Mimarimizin Taşa Sinen Kokusu
İkamet alanları, üzerinde yaşayan toplulukların arketipidir. Mekânlar, binalar, çeşmeler, ibadethaneler, mesire alanları, oyun alanları, gösteri alanları, fabrikalar, atölyeler, okullar, hastaneler, postaneler… İnsanın yaşadığı, faaliyette bulunduğu her alan bir ikametgâhtır. Kullandığı eşyalar, tesisler, mekanizmalar, araçlar da bunun uzantısıdır. Geçmişten günümüze mimarî eserlere baktığımızda da bu “ikâmetgâh”ı ve bunun uzantılarında var olan/olmayan, beliren/belirmeyen estetiği hissetmemek mümkün değildir.
Mimaride estetik kavramı söz konusu olduğunda “sanat” ile “zanaat” kavramlarının kısaca karşılaştırılmasında fayda görüyoruz.
Aslında sanat ile zanaat tam olarak aynı şeyler değildir ama birbirleriyle bağları vardır. Zanaat, daha çok bir meslek dalı ile ilgilidir. Ve bir zanaatçı, genelde geçimini sağlamak için bunu yapar. Zanaatta kurallar daha katıdır, gelişen teknolojiyle değişebilir. Ama sanat, daha esnek ve daha estetiktir diye bilinir. Elbette bir zanaatçı da estetik ürünler sunabilir. Benzer olmakla birlikte bunlar birbirinden farklı kavramlardır. Genel olarak sanat ve zanaat arasındaki benzerlikler ve farklar şöyle özetlenir:
Sanatçı, maddî beklentiden uzaktır; zanaatçının ise maddî beklentisi vardır. Ancak bazı sanatçılar, geçimini sağlamak için de eserler üretirler. Bu bakımdan zanaata yakın olurlar.
Sanat eserinin benzeri yoktur, biriciktir; zanaat eserinin pek çok benzeri vardır. Zanaatkâr, aynı ürünü birçok kez tekrarlar; sanatkâr ise her defasında özgün bir eser ortaya koymaya çalışır. Günümüzde yine de birbirine tıpa tıp benzeyen ya da aralarında benzerlik bulunan sanat eserleri vardır. (Edebiyat, müzik, resim, mimarî, heykel, vb.)
Sanatçı, genellikle yeteneğiyle doğar; zanaatçı ise bu becerisini sonradan kazanır. Sanatla zanaatın malzemesi ortak olabilir. Bir heykeltıraşla duvar ustası benzer maddelerle uğraşır. Sanatın amacı, “estetik” denilen güzellik duygusu uyandırmaktır; zanaatınki gereksinimlere cevap vermek ve faydalı olmaktır.
Zanaatta, yapılan işe karşılık çoğu zaman, önceden belirlenmiş bir ücret alınır. Sanatta ise öncelikli amaçlar arasında maddî beklenti bulunmaz.
Görüldüğü gibi zanaat, daha çok günlük ihtiyaçları karşılayan, daha mekanik ve kaba imalatın, sanat ise günleri, çağları aşan, daha estetik üretimlerin görünümünü vermektedir. Ama iyi bir zanaatçı, isterse iyi bir sanatkâr zanaatçı olabilir. Belki bir duvar ustası, bir heykeltıraş gibi soyut betimlemelerle birtakım şifreli mesajları bir taşa işlemez ama ortaya koyduğu işçilikle uzun yıllar dayanan; nem, koku yapmayan, dökülmeyen, çürümeyen, depreme karşı dayanıklı bir duvar yapabilir. Yine de sanat ile zanaat mefhumları birbirlerinden farklıdır.
Kent denilince de aklımıza ilk gelenlerdendir mimarî. Ve “kent” mefhumu, belki de ilk önce Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” adlı o şahane eserini getirir akıllara. Maziden kopmadan atiyi kucaklayan bir muhayyilenin huzmesinde, bu şehirleri, gizli bir mabedin gönüllere mistik ilhamlar zerk eden efsunî cezbesinde, geçmişin izlerini geleceğe ışık tutarak nakış nakış işler üstad. Yıllar, hatta yüzyıllar öncesine gider ve fakat yerinizden kımıldamadan, aynı şehrin aynı mekânında, aynı noktasında, gözleriniz, mazinin ufkuna doğru bir ışık demetine binip, havsalanız o günlerdeki mekânlara bir uğrar, oraları ziyaret eder; o dönemdeki insanlar, eşyalar, şekiller, sesler, tatlar, dokunuşlar eşliğinde hadiselere, sanat eserlerine, mimarî yapılara dokunur, sanki ezelî ve ebedî bir dost imişcesine tüm bu anasır ile hemhâl olur, onlarla yârenlik eder, dostluğun deryasından bir fincan muhabbeti tadar, ruha huzur veren bir hoşbeşten de bir nasip alırsınız.
Her kent, aynı zamanda nev-i şahsına münhasır bir ruh taşır bünyesinde. Evet, kent canlıdır, kalbi atar, ruhu vardır, bazı demlerde coşkun, bazı demlerde süzgündür. Ve elbette kente bu ruhu veren, yaşatan, kentin ruhuna şekil veren, o beldede yaşayan insanların ruhlarının bir bileşke kıvamıdır...
Bir kente vücut ve ruh veren, aslında o kentte yaşayan insanlardır. Ruh ve şekil kalitesi de orada yaşayan insanların ilmine, vicdanına, hikmetine, erdemine, faziletine göre vücut bulur.
Günümüzdeki mimarî eserlere baktığımızda -çoğunlukla- beton binalardan mürekkep oluşumları görüyoruz. Neredeyse hepsi birbirine benzeyen, keskin köşeli, düz, hiçbir estetik kaygı taşımayan rant binalarından başka bir şey değildir bunlar. Asıl amaç, araziyi ele geçirip bina yapmak ve o binadan, az maliyetle yüksek gelirler elde etmektir. Böyle olunca da inşa edilen yapının mimarî estetik kaygısı da olmayacaktır. O binaları satın alan, kiralayanlarda da zaten bu beklenti yoktur. Amaç, bir an önce barınmaktır. Amaçlar, temel yaşam faktörlerine odaklandığında (beslenme, barınma, güvenlik, vs.) estetik kaygı da olmayacaktır. Yağmurdan, fırtınadan korunmak için sığındığımız bir yapıda sanat estetiğini aramayız. Düşman saldırısından korunmak için sığındığımız mağarada, mozaik sanatını aramayız. Bina olsun ve güvenli olsun yeter, deriz.
İşte sanatta, mimaride estetik de bu temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamış ve artık yaşama sanatına adım atmaya başlamış ya da atmış toplumların bir ihtiyacı hâline gelir. Güvenli bir köyde/şehirde yaşayanların sahip olduğu evler, artık yavaş yavaş süslenmeye başlar. Duvar renkleri değişir, resim ve oyma sanatları devreye girer. Eşyalara artık dantel, desen, püskül eklenir. Üstünde oturulan çul, artık aşkı, hasreti anlatan desenlerle bezenmiş bir kilime dönüşür.
Mimaride de aynı durum söz konusudur. Belki ana malzeme taştır. Başlangıçta bu taş ve taşlar bir araya gelir ve bir korunma mekânı hâline gelir. Ama taşa ruh ve koku vermek, işte bu, mimarî estetiğin maharetidir. Ve zamanın kokusu bu taşlara sinerek maziden atiye doğru yol alır. Bu yolculuğun kesilmemesi ise mazi ile ati bağının kesilmemesine bağlıdır. Kesildiği an ne koku kalır ne de renk… Ortalık harap olur. Tıpkı günümüzdeki gibi… Yüksek ama soğuk ve ruhsuz beton cüsselerin şehri sarmalayıp insan ruhunu harap eden siluetleri, gökyüzünün maviliğini unutturur dimağlara…
İşte bu safhada Yahya Kemal’in şu dizeleri devreye girer:
Ne harâbî ne harabatiyim,
Kökü mazide olan âtiyim.
Mimaride de bu satırların işaret ettiği öz korunmalıdır. Eğer bu öz kırılırsa, ortaya hilkat garibesi yapılar ortaya çıkar.
Şehir ve mimariye çok ayrı bir anlam katan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi:
“Hakiki kırılışlar ve kopuşlar ancak yaradılış ucubeleri, yarım mahlûklar vücuda getirir.” Yani ne idiği belirsiz yapılar…
Şimdi gelin, mimarî estetikte maziden bir dem kapıp atiye ışık tutalım. Örneğimizi vermeden evvel “kapı” mefhumundan kısaca bahsedelim:
Kapı, bildiğiniz gibi, içeriye girmeye/dışarıya çıkmaya yarayan, açılır-kapanır bir geçit olarak tanımlanabilir. Ama kapı vardır, bir de “kapı” vardır. Yukarıda bahsettiğimiz üzere, zanaat ürünü düz bir kapı sağlam olabilir; rengi de güzel olabilir. Ama sıradan bir kapıdır. Bir de Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’nın kapısı vardır. İşte bu, sıradan bir kapı değil, mimarî estetiğin vücut bulmuş hâli olan bir “kapı”dır.
Yapı, bölge Mengücekoğulları’nın yönetimi altında olduğu dönemde Ahmet Şah ve eşi Turan Melek tarafından camisi ile birlikte 1228-1229 yıllarında yaptırılmıştır. İslâm mimarîsinin bu başyapıtı, iki kubbeli türbeye sahip bir cami ve ona bitişik bir hastaneden oluşmaktadır. Yapılar, mimarî özelliklerinin yanı sıra, sergilediği zengin Anadolu geleneksel taş işçiliği örnekleriyle UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer almaktadır. Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası Türkiye’nin bu listeye giren ilk mimarî yapısıdır.
Yapıda tek bir kapı yoktur. Darüşşifa Taç Kapısı, Cami Kuzey Taç Kapısı, Cami Batı Taç Kapısı ve Şah Mahfili Taç Kapısı’nın her biri birbirinden farklı eşsiz bezemeleri ile göz kamaştıran birer mimarlık ve mühendislik harikasıdır. Taşın adeta bir dantel gibi işlendiği Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası’ndaki bu barok mimarî üslubun Türk ve İslâm sanatında bir başka benzeri yoktur. Taç kapılarda olduğu gibi cami içindeki her sütun, sütun kaidesi ve sütun başlığı ile kubbe içi tavan süslemeleri de ayrı üslup ve bezeme örneklerini sergilemektedir.
Yapıyı inşa eden mimar ve ustaların, bu eşsiz eserde ortaya çıkan “namaz kılan insan” ve diğer gölgeler için çok ince hesaplar yaptıkları, eseri hayata geçirmeden önce iki yıl boyunca güneşin doğuşundan batışına, yıldızların çıkışından kayboluşuna kadar her şeyi hesapladıkları bilinmektedir.
Bu muhteşem yapı, geçmişten günümüze taşların kokusunu getirmeye devam etmektedir. İşte bu kokuyu kaybetmeden, asırların birikimi estetiğimizi günümüz yapılarına da aksettirmemiz elzemdir. Zamanın taşa sinen kokusu, sanatta, mimaride, kültürde ve tüm içtimai faaliyetlerde kaybolmasın. Maziyi kucaklayarak atiye doğru kutlu yolu katetmek nasip olsun…
Selçuk ALKAN
YazarŞemseddîn-i Sivâsî, Halvetiyye’nin ana kollarından biri olan Şemsiyye yolunun müessisidir. O, dönemindeki devlet erkânı ile özellikle padişahlarla olan münasebetleri sebebiyle siyasî; döneminde yavaş ...
Yazar: Yusuf HALICI
Her eylül ömrümüzden akıp gitmede hüzün,Bıraktığı hazlarla bize yetmede hüzün. İlkbahar aylarında budansa da kökünden,Sonbahar olur olmaz tâze bitmede hüzün. Önce zehrini sunup eylül rengi c...
Şair: Yusuf DURSUN
İnsan bu dünyaya amaçsız gönderilmediği gibi büyük sorumluluk ve görevler de üzerine yüklenmiştir. Bunun farkına varan toplumlar, tarihin her döneminde varlık ve güçlerini koruyabilmişlerdir. Yaratıla...
Yazar: Selçuk ALKAN
Peygamber Efendimiz Müslümanların cemâat ve cemiyet içerisinde yaşamalarını, bireysellikten kurtulup cemiyet adamı olmalarını, toplumdan uzak ve kopuk yaşamayı değil, insanlarla ünsiyet içerisinde olm...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE