KUR’ÂN’IN DİLİYLE PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)
Hak tarafından göklerde, halk tarafından yerde övülen, ismi ezan ile arş-ı âlâ’ya yayılan, âlemlere rahmet olarak gönderilen o kutlu insan; atası İbrahim (a.s.)’in duası, kardeşi İsâ (a.s.)’nın müjdesi, annesi Âmine’nin rüyası, iki kurbanlığın oğlu, Abdullah’ın yetimi, Halime’nin süt kuzusu, Abdulmuttalib’in biricik torunuydu. O, Ahmed-i Mahmud-u Muhammed-i Mustafa’ydı. O, varını yoğunu İslâm uğruna harcayan, kendisine inci taneleri gibi evlatlar veren mü’minlerin annesi Hz. Hatice’nin hayat arkadaşı, cennet hatunlarının hanımefendisi Hz. Fatıma’nın babası, cennet delikanlılarının gözdesi Hasan ile Hüseyin’in dedesiydi. O, bir insandı; ancak vahiy alan bir insan. Yerdi, içerdi, çarşıda pazarda gezerdi. Evlenmişti, çocukları da vardı; tıpkı diğer peygamberler gibi. Gaybı bilmezdi; ancak Allah’ın bildirdiği kadar bilirdi. Yanında hazineler yoktu. Çalışır, kazanır, elinin emeğini yerdi. Mekkeliydi, hem de en güvenilir Mekkeli. Okuma-yazma bilmese de, kendisine kitap geleceğini ummasa da, âlemlerin tek hâkimi olan Allah (c.c.) kendisine, elçi olarak, peygamber olarak, rasûl olarak, habib olarak onu seçmişti. Tüm insanlara şahit, Allah’ın rahmetini müjdeci, azabından uyarıcı, hakka davetçi, gönüllere nur saçan bir kandil, peygamberlerin en büyüğü ve en sonuncusu; Hâtemü’l- Enbiya… Artık rahatı, istirahati bir kenara bırakacak, kalkacak, aldığı “Oku!” emriyle kâinatı okuyacak, özümseyecek, sonra da insanları uyaracak, sadece Rabb’ini büyük tanıyacak, maddî ve manevî temizliğini yaparak insanlığın ufkunu aydınlatacak, karanlığı, cehaleti yırtarak insanlığı saadete ve huzura kavuşturacaktı. Görev zor, meşakkatli; ama bir o kadar da tatlıydı. Belalara, musibetlere karşı sabredecekti; tıpkı kendinden önceki kardeşlerinin sabrettiği gibi. Hele kardeşi Yunus (a.s.) gibi aceleci, sabırsız olmayacaktı. Deli denilecek, sihirbaz denilecek, itilecek, kakılacak, işkence görecek, zulmedilecek; ama aldırmayacaktı. Yalanlasalar da üzülmeyecekti; çünkü kendinden önceki kardeşleri de yalanlanmıştı. Kendine karşı yapılan tüm kötülükleri, işkenceleri, eziyetleri en güzel bir biçimde savacak, onlarla uğraşmayacak, Rabb’ine bırakacaktı. Hikmetle, güzel öğütle yoluna devam edecekti. Kendisine verilen görevi en iyi şekilde yerine getirecek, yetimleri, yoksulları horlamayacak, görüp gözetecekti. Kesinlikle Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacak, yalnız O’na dayanacak, güvenecek ve O’na sığınacaktı. Bütün bunların yanında kendisine ölüm gelinceye kadar ibadetlerine devam edecek, kendisine indirilen Kur’an’ı okuyacak, “gözümün nuru” dediği namazı kılacak, hem de ailesine kılmalarını emredecekti. Geçmiş ve gelecek tüm günahları affedilmiş olmasına rağmen tevbe ve istiğfara devam edecek, hem kendisi hem de ümmeti için af ve mağfiret isteyecekti. O, bir zorba değildi; tebliğ edici, uyarıcı idi. Nefret ettiren değil; sevdirendi. Kendisine verilen, içinde asla şüphe olmayan, şiire benzemeyen, kendisince bir ahengi, tatlılığı, canlılığı, akıcılığı olan, ruhların ilacı, hasta gönüllerin şifası ve rahmet kaynağı Kur’an ile insanlara öğüt vericiydi. En yüce bir ahlakın sahibiydi. Ahlakı Kur’an, yolu dosdoğru, rahmet yoluydu. Hayatında, hayatımıza ışık tutacak çok güzel örnekler vardı. Ümmetine çok düşkündü, candan daha yakındı. Onların sıkıntıya uğraması ona çok ağır gelirdi. Merhametliydi; ilahi rahmetten yüz çevirdiklerinden dolayı cehennemlik olanlardan sorumlu olmamasına rağmen, kendini helak edercesine, feda edercesine gayret gösteriyor, onların da bu rahmet kaynağından faydalanmasını arzu ediyordu. Ancak hidayet Allah’ın elindeydi. Bu âlemde her şey faniydi. Hiçbir beşere ebedilik verilmemişti. O da ebedî değildi. Bir gün geldi; bu fani âleme veda etti. Hira’da tek başına dalgalandırdığı İslâm bayrağını, Arafat’ta bölük bölük hidayete tabi olanlara teslim etmenin huzuru ve mutluluğu ile. Allah’ın rahmet ettiği, meleklerin şanını yücelttiği o mübarek Rasûl’e biz de salât ve selam ediyor, yüce Mevlâ’dan şefaatine ulaştırmasını, Kevser Havuzu’ndan kana kana içirmesini ve Cennet-i Âlâ’da komşu etmesini niyaz ediyoruz.
Necati AYKON
YazarEnderun, bir şeyin iç kısmı, iç yüzü, dâhili, harem dairesi gibi anlamlara gelmekte olup Enderun Mektebi ise Osmanlı Devleti’nde mülkî, idarî, diplomatik ve diğer önemli kadronun yetiştirildiği yerdir...
Yazar: Mehmet DERE
Tasavvuf literatüründe manevî rehberler olarak bilinen mürşid-i kamiller hakkında, manevî hastalıkları teşhis ve tedavide uzman kişiler oldukları için “gönül tabibi” ya da “manevî doktor” gibi benzetm...
Yazar: Aydın BAŞAR
Nasihat, lügatlerde “bir kimseye doğru yolu göstermek, yapması ve yapmaması gereken şeyler üzerine dikkatini çekmek için söylenen söz, öğüt” anlamına gelen bir kelime olarak tarif edilir. Yine bu keli...
Yazar: Mustafa ÖZÇELİK
Kur’ân-ı Kerim, mesajının kolay anlaşılması ve zihinlere iyice yerleşmesi için yakın hayattan örnekler vermeye, hayatın içerisinden misaller sunmaya devam ediyor. İşte bu anlatımlardan biri de âhirett...
Yazar: Ali AKPINAR