Kültür Tarihimizde Tekkelerin İşlevselliği
Tekke kelimesinin aslı Farsça olup dayanılacak ve sığınılacak yer anlamına gelmektedir. Dervişlerin toplandıkları bir şeyh veya halîfenin gözetimi altında zikir, âyin ve eğitimlerini gerçekleştirdikleri, seyr ü sülûk ile meşgul oldukları, nefis terbiyesi gördükleri, rûhânî ve ahlâkî bakımından donanıma erdikleri, kendilerini olgunlaştırıp geliştirdikleri yere verilen isimdir.[1] Tekkelerde dervişleri sohbet meclisleri, semâ ve devran meydanları, derviş hücreleri, mutfak ve kilerleri, mescit ve eğitim bölmeleri ile farklı müştemilâta rastlanmaktadır. Küçük tekkelere “zâviye”, büyüklerine de “dergâh" veya “hânkâh" denilmektedir. Bütün tekkelerin bağlı bulunduğu ve merkez tekke durumunda olana ise “âsitâne” denilmektedir.[2]
Tasavvufî düşüncenin öğrenildiği, anlaşıldığı yaşandığı ve aktarıldığı yerler olan tekkeler, belirli bir tarîkatın terbiye usullerinin benimsendiği, tarîkatların cemiyete insan kazandırmaya çalıştıkları, bireysel olgunlaşma muhitleri olduğu kadar cemiyetin İslâmî değerler çerçevesinde gelişmesine zemin hazırlayan toplumsal müesseselerdir.
Tekkelerin ilham kaynağı Mescid-i Nebevî’nin suffasındaki ilk eğitim kurumudur. Ashâb-ı Suffa’nın yetiştiği bu mahal tarih boyunca medrese ve tekkelerin kuruluşuna öncülük etmektedir. Tekke mensupları aynı mekânı paylaşan insanlar olduğu kadar aynı duyguyu, benzer hissiyâtı, ortak düşünceyi, benzer yaklaşımı, ortak idealleri de paylaşan isimler olmuştur. Tekkelerde rûhun arındırılması, nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesi, ahlâkın güzelleştirilmesi, kardeşliğin tesisi, vecdin elde edilmesi, huzûrun kazanılması, safiyetin gerçekleştirilmesi için yoğun çaba gösterilmektedir. Zihinler canlı, bedenler zinde, gönüller pak kılınmaya çalışılır.[3] İnsan rûhunu kıvama erdiren tekkelerin fonksiyonu tekke şairinin diliyle şöyle ifade edilmektedir:
"Evvel Allah adını yâd eyleriz
Dil dil olmuş kalbi dilşâd eyleriz.
Zikr-i Hak’la nutku inşâd eyleriz.
Her harâb âbâdı âbâd eyleriz."[4]
Tekkelerde eğitim hem sözlü hem de uygulamalı olarak gerçekleştirilirdi. Mürşidlerin müridlerine yaptığı nasîhatler, öğütler, uyarılar, sohbetler, dersler ve telkinler sözlü aktarımı ifade ederken, riyâzet, itikâf, nâfile ibâdetler, halvet ve çile, semâ ve zikir uygulamaya dayalı eğitim boyutunu ifade etmektedir.[5]
İslâm dünyasında ilk tekkenin Ebû Hâşim el-Kûfî (ö. 150/767) tarafından Remle’de inşâ edildiği rivâyet edilmektedir. Abdülvâhid b. Zeyd’in (ö. 177/793) bir müridi tarafından Abadan’da kurulan bir diğer ilk tekke örneğinin gönüllü birliklerin sefere katılıp cihada koyuldukları, deniz korsanlarına karşı askerî üs olarak kullandıkları karargâh işlevinde olmuştur. Abadan Tekkesi sâkinleri cihada olan düşkünlükleri kadar nâfile ibâdetlerle duydukları iştiyakları, zâhidâne yaşantıları ve nefisleriyle mücâdele eden tutumlarıyla tanınmaktaydı.[6] Öncü tekke kurucularından bir diğeri Zeyd b. Sühan olup Bağdat’ta açtığı tekkesinde halkı ibâdet yoğunluklu bir hayata teşvik etmiştir. Çevredeki halkın yeme-içme ihtiyaçlarını karşılayarak ruhlarından önce karınlarını doyurmayı önceleyen Zeyd b. Sühan, kendilerini cezbettiği insanları mânen doyuma ulaştırmıştır.[7]
Tekkelerin İslâm coğrafyasını bir ağ gibi ördüğü Selçuklular Dönemi’nde tekkeler beylerin temel ihtiyacı olan toplumsal teşkilatlanma örneğini sergilemişlerdir. Savaşlar, çatışmalar, acılar, fakr u zarûretler, buhranlarla bunalan halka ve bozulan cemiyet nizâmına tekkeler reçeteler sunmuş, hastalıklı unsurları tedâvi etmiş, problemli sahaları çözmeye çalışmış, dağılan birlikleri toparlama gayretine düşmüş, ayrışan ruhları birbirine ısındırmışlardır. Dertlilere derman, ıstıraplı ruhlara sükûnet, başıbozuk kitlelere asayiş ve huzur vadetmişlerdir. Haçlıların taş üstüne taş bırakmadığı, Moğolların târumâr ettiği beldelerde tekkeler ayakta kalmanın, dağılıp bozulmamanın, yeniden silkinip ayağa kalkmanın, yıkılmadan ve bıkmadan hedefe kilitlenmenin seyrini gerçekleştirmişlerdir.[8]
Orduların giremediği, seferlerin düzenlenemediği, fetih harekâtının henüz yapılamadığı topraklara genelde öncelikli olarak tekkeler girmiş, tekke mensupları gayrimüslim kitleler arasında kurdukları tekkelerin hizmetleriyle bölge halklarını İslâm ve Müslümanlardan haberdar kılmışlar, Müslümanlığı kabule hazır bir kitlenin vücûda gelmesine zemin hazırlamışlardır. Birbirine düşürülen, düşmanlık tohumları saçılan, ayrılık çanları çalınan, kardeşi kardeşe kırdıran yaklaşımlara karşı kitlelerin bütünleşmesini, dayanışmasını ve kaynaşmasını sağlayan tekkeler daha çok birlik atmosferinin oluşmasına çaba harcamışlardır. Dışlamanın yerine kabullenmenin, nefret yerine sevginin, ayrılık yerine vahdetin, düşmanlık yerine dostluğun perçinleşmesini sağlamışlardır.
Tekkelerin en önemli fonksiyonu merkezi otoriteye sadâkatin sağlanması, devlet erkine olan desteği yaygınlaştırması, kitleleri birleştirmesidir. Sultana itâatin gereği vurgulanmış, devlet içerisinde ayrışmaların önüne geçilmiş, toplumların küçük parçalar hâlinde site beyliklerine bölünmesi yerine ümmetin tecânüdüne ve tesânüdüne önem vermişlerdir.[9] Müslüman kitlelerin İslâm’a olan bağlılıklarını sağlıklı kılmaya çalıştıkları kadar gayrimüslim kitlelerin İslâm’ı benimsemelerine özel gayret sarf etmişlerdir. Anadolu, Kafkasya, İran, Balkanlar ve Afrika coğrafyalarında İslâm’dan kopuk kitlelerin bireysel ya da kitlesel İslâmlaşmalarına çaba göstermişlerdir.[10]
Birtakım tarîkat ehli, zâlim Moğollar arasında kalarak, en azından onları İslâm’a ısındırmak için mücâdele etmeye çalışmışlardır. Meselâ Şeyh Cemâleddin adında muttakî ve mutasavvıf bir zat, bazı yolcularla beraber seyâhatte iken bilmeyip Torluk Timur Han adındaki bir Moğol emirinin av arazisine izinsiz girdiği için yakalanır. Elleri ve ayakları bağlı olarak huzûra götürülür. Yapılan soruşturma esnasında, “İranlı olduğunu ve memnû bir yere girdiğinin farkında olmadığını” belirtir. Bunun üzerine Han, “Bir köpek bile bir İranlıdan daha kıymetlidir.” deyince, Şeyh de, “Evet Müslüman olmasaydık, belki bir köpekten de aşağı olurduk...” cevabını verince, Şeyhin cesâretine hayran kalan Han, onu bir kenara çekerek söylediklerinin mânâsını sorar. Şeyhin ifadelerinin tesiri altında kalan han, tazim ve hürmetten sonra ona, “Şimdi şehâdet getirmiş olsam, halkımı buna sevk etmeye imkân bulamam. Benim için biraz sabret. Ecdâdımın bıraktığı hükûmete tamamıyla mâlik olduğum zaman buraya gel.” diyerek Şeyh’i salıverir.
Aradan seneler geçer. Hastalanan Şeyh Cemâleddin, ölmeden evvel oğlu Reşîdüddin’e, “Bir gün gelecek Tokluk Timur Han büyük bir hükümdar olacak, korkmadan onun nezdine git ve benim nâmıma kendisini selamla ve etmiş olduğu va’di hatırlat.” diye vasiyet eder. Oğlu, zamanı gelince Hükümdara giderse de huzûra girme imkânı bulamaz. Bunun üzerine bir gün sabah erkence, Han’ın çadırı yanına sokularak sabah ezanını okumaya başlar. Buna oldukça sinirlenen muhâfızlar, derhal onu yakalayarak Han’a götürürler. O da, huzûra çıkınca, Han’a pederine olan va’dini hatırlatır. O da, “Tahta çıktığımdan beri, verdiğim sözü her an hatırımda tuttum.” diyerek, hemen kelime-i şehâdet getirir ve Müslüman oluverir. Emirleri ile istişâreden sonra, Tulik isminde eşraftan birisine İslâm’ı kabul etmesi teklif edilir. O da, vâki olan böyle bir teklif karşısında ağlayarak; “Bundan üç sene önce, Kaşgar’da bulunan evliyâdan bir zat beni hidâyete sevk etti. Fakat sizden çekindiğim için bunu izhâr edememiştim.” der.[11]
Sultan Muhammed Harzemşah, asılsız bir iftirâ ile itham ettiği Şeyh Mecduddin’i boğdurtur. Bu acı olaydan haberdar olan Şeyh Necmuddîn-i Kübrâ’nın (ö.618/1221), Sultan Harzemşah’a bedduâ etmiş ve “Mecduddin’in kanını, tacı, başı ve mülkü pahasına ödeyecek.” demiştir. Ertesi gün işlediği suçun ağırlığı altında ezilen Sultan, Şeyh’e tabaklar dolusu altın göndermiş ve kusurunun affını talep etmişti. Fakat aldığı cevap, “Mecduddin’in kanı pahası, senin, benim ve daha nice binlerce insanın kanıdır.” ifadesinden ibaret olmuştur. Sonuç Şeyh’in dediği şekilde tecellî etmiş, Necmuddin-i Kübrâ da, şehir Moğollar tarafından muhâsara edildiğinde şehid düşmüştür.[12]
Tekkeler âyende ve râvendeye hizmet eden, gelip geçen her kesimin ihtiyaçlarını karşılayan, bir tarîkata ait dervişlerin toplu olarak yaşadıkları, hâllendikleri, donanıma erdikleri ve iştiyâka büründükleri bir muhabbet atmosferidir. Gelip geçen yolculara bedava yiyecek ve yatacak yer verilen mahaller demektir.[13] Tekkeler ribat, hankâh, buk’a, savmaa, duveyre, medrese, imâret, dergâh, âsitâne gibi adlarla anılmakla birlikte Anadolu’da daha tekke ve zâviye isimleriyle anılmıştır.[14] Anadolu’da pek çok köy adının Tekkeköy, Tekkedere, Tekkeviran ve Tekkekaya gibi doğrudan doğruya “tekke” olması veya tekke sözünü ihtivâ eden isimler alması, tekkelerin Anadolu’nun iskânı hususunda oynadıkları rolü göstermektedir.[15]
Özellikle Anadolu ve Rumeli’deki tekkeler genellikle terk edilmiş köylerde, derbent yerlerde, iskân politikası çerçevesinde devletin gerekli gördüğü mahallerde kurulmuşlardır. Böylesi özellikli yerlere terk, tahsis ve vakıf yoluyla belirlenen arazilerden çoğu zaman öşür ve avârız alınmamış, bahsi geçen tekkelerde meskûn olan dervişlerden hâsıl olan gelirler ile bulundukları yerleri şenlendirmeleri, köyler tesis etmeleri, köprü, cami, değirmen kurmaları, derbent beklemeleri, “âyende ve râvendeye” hizmet etmeleri istenmiştir.
Bu zâviyelerin, bağlanan zengin vakıflar ve dervişlerin devletten elde ettikleri “cihetler” sayesinde, fukaraya yemek veren müesseseler olmaları, yolcular için bir misâfirhâne durumunda bulunmaları; göçmenlerin tekke ve zâviyeler çevrelerine zahmet çekmeden yerleşmelerini fazlasıyla kolaylaştırmıştır. Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflamaya başladığı, saltanat kavgalarının önü alınamaz hâle geldiği, Moğol istîlâsının olanca acımasızlığı ile göründüğü, savaş atmosferinin kızıştığı dönemlerde Anadolu halkı tedirgin olup perişan hâllere düştüğü sıralarda tekkeler bir sığınak olmuş, huzur ve refah döneminde gönüllerin teskin edildiği mahaller olduğu kadar, bu dönemlerde de acıların paylaşılıp yaraların sarıldığı mekânlar olmuştur.[16]
Tekkelerin işlevselliğini ve kalitesini; tarîkatın dayandığı ilkeler, şeyhin tavrı, vakfiye metinlerinde belirlenen şartlar belirlemiştir. Vakıflarla tekkeler kültür tarihimizde neredeyse bir bütün olarak değerlendirilmiştir. Pek çok tekkenin vakıf akarı oldukça fazladır. Halkın teveccühünü, varlıklı kesimlerin saygınlığını ve yöneticilerin dikkatini her dönemde çekmeyi başaran tekkeler bahsi geçen kesimlerin katkı ve destekleriyle vakıf bağışlarını da almayı hak kazanmıştır. Vakfeden zenginler ilgili tekkedeki hizmetlerin seyrine dair birtakım yükümlülüklerini de beyan etmişlerdir.
Meselâ, tekke vakfiyelerinde tekke şeyhinin aynı zamanda zâhirî ilimleri tahsil etmiş olmasının şart olarak ileri sürüldüğü görülmektedir. Medreseli şeyhlerin tayiniyle tekkeler medrese gibi İslâmî ilimlerin gayr-i resmî tedris edildiği mekânlar statüsüne de kavuşmuştur. Bu tarz beklentiler zamanla kimi tekkelerin âdetâ bir medrese gibi işlev görmesine yol açmıştır. Şer’î ilimlerin öğretildiği medrese konumuna bürünmeleri tekkelerin zamanla kendilerine yönelik birtakım suçlamalardan kurtulmasını sağlamış, medrese-tekke, zâhir-bâtın tartışmalarının dinmesine yol açmıştır.
Medreselerden farklı ve daha canlı bir düzeyde tekkelerin âdetâ birer sanat atölyesi, mûsikî konservatuvarı, hayat boyu öğrenme merkezleri, halk eğitim kurumları gibi yaygın eğitime destek veren kurumlar oldukları da görülen bir gerçekliktir. Medreselerin boş bıraktığı sanat, edebiyat, folklor, kültür ve medeniyet havzasını bu tür işlevsellikleriyle doldurmaya çalışan tekkeler çok yönlü ve entelektüel kimlikli insanların yetişmesine merkezlik etmiştir.
Hece ve aruz vezinleriyle, yarım ve tam kafiyeli dizeleriyle, ince ruhlu ve sanatkârâne tavırlarla söylenip yazılan, süslenip kayda alınan, okunup ezberlenen, bestelenip dinlenen tekke şiirleri, icrâ edilen, meşke tâbi tutulan, göz zevkini celbeden, kalite kokan ve nâdîde yapılar tarzından arz-ı endam eden tekke sanatları, güfteleri ve besteleri ile ruhları okşayan, insanların derinliklerine tesir eden, gündelik zevklerin ötesinde evrensel kimliğe bürünen tekke mûsikîleri, kurda kuşa, gelene gidene, yerli ve yabancıya hizmet eden tekke vakıfları, aşı bitmeyen, ocağı sönmeyen, tadına doyulmayan ama israf edilmeyen tekke mutfakları, hüsn-i hattından süsleme sanatlarına, ebrûsundan cilt işlemelerine, tezhibinden çini sanatına, minyatüründen tezhibine kadar her çeşit geleneksel el sanatları tekkelerin yaşam atmosferi haline gelmesini sağlamıştır.
Sade ama temiz, basit ama saygın, küçük ama nezih ortamlarıyla tekkelerin şerafu’l-mekân bi’l-mekîn prensibiyle kâmil insanlardan yetkin işlerin sâdır olduğu meskenler olarak tarih boyu hizmet üretmişlerdir. Şiir, edebiyat, sanat, estetik, düşünce ve fikir adamlarının ve sanat ustalarının yetiştiği, Itrîlerin ve Dede Efendilerin meşk ettikleri adresler olmuşlardır. Eşrefoğlu Rûmî, Erzurumlu İbrâhim Hakkı, İsmâil Hakkı Bursevî, Aziz Mahmûd-ı Hidâyî, Niyâzî-i Mısrî, Yunus Emre, Ahmed-i Yesevî’nin şiirleri hep tekke atmosferinde vücûda gelmiş, gönülleri inşirâh, ruhları ferah kılmışlardır.[17]
[1] Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, Rehber Basım Yayın, Ankara 1997, s.707; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1995, s.521.
[2] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yayınları, İstanbul 1993, s.707.
[3] Mustafa Kara, “Yeseviyye Kültürünü Günümüze Ulaştıranlar ve “Cevâhiru’l-Ebrâr min Emvâci’l-Bihâr”, Yesevîlik Bilgisi, Ahmet Yesevî Vakfı yay., Ankara 1998, s.196.
[4] Mustafa Kara, Din hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yayınları, İstanbul 1990, s.62.
[5] H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 1994, s.142.
[6] Semih Ceyhan, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan, İSAM Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2018, s. 33.
[7] Seyfullah Kara, Selçuklular’ın Dini Serüveni Türkiye’nin Dini Yapısının Tarihsel Arka Plânı, Şema Yayınevi, İstanbul 2006, s. 649.
[8] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İctimaî Tarihi, İstanbul 1974, c. I, s. 48.
[9] Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, II, s. 290.
[10] İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet - Tekke Münasebetleri, İstanbul 1983, s. 11.
[11] Gündüz, a.g.e., s.12-13.
[12] Gündüz, a.g.e., s.12-13.
[13] Ahmet Yaşar Ocak & S. Faruki, “Zaviye”, İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, c. XIII, İstanbul 1986, s. 468.
[14] M. Fuad Köprülü, “Anadolu’da İslâmiyet”, Dârulfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, sene: 2, nr. 4, Eylül 1338, s. 284.
[15] Kara, Tekkeler ve Zaviyeler, s. 107.
[16]Köprülü, Fuat, Türk Edebiyatı’nda İlk Mutasavvıflar, Ankara 1993, s.204.
[17] Ceyhan, “Tarikat ve Tekke Kavramlarına Dair”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, s. 36.
Kadir ÖZKÖSE
Yazarİnsanlığın güven duygusu dünyaya ilk adım attığı andan itibaren başlar. Hatta biraz daha geriye gidersek anne karnında, annesine duyduğu güvenle başlar. Hayatımızı çepeçevre saran güven duygusunun ne ...
Yazar: Erol AFŞİN
Büyükbabam Gazi Halil Çavuşa…Hâlâ kan sızıyor Seddülbahir’den,Bu nasıl bir vahşet, nasıl donanma?Gelmiş geçmiş en ibretli savunma!Dört mevsim şehidler fışkırır yerden…Aldırmadı şarapnele, mayına,Büyük...
Şair: Halil GÖKKAYA
Afrika coğrafyası geçmişten günümüze pek çok tarîkatın etkinliğine sahne olmaktadır. Afrika’da tarîkatlar hayatın bir gerçeğidir. İslâm’ın yayılması ve yaşaması tarîkatların bizzat öncülük etmesiyle g...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Milli şairimiz Mehmet Âkif, asabi mizacına rağmen, şiirlerinde hüzzam edasını yansıtan bir yeis içerisindedir. Başkaları tarafından hayatın bütün cephesini kuşatan ve onu yaşanan gerçeğin kendisi yapa...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI