KLÂSİK TÜRK EDEBİYATINDA MAHLAS VE HULÛSÎ EFENDİ(K.S.)’NİN MAHLASI
Mahlas geleneği Mahlâs, şairin şiirdeki ismidir ve aynı zamanda şiire attığı imzadır. Türk edebiyatı geleneğinde hemen her şairin gerçek isminin dışında şiirlerinde kullandığı “mahlâs” diye adlandırılan bir de şair adı vardır. Mahlâs, şairin sanat ismidir ve aynı zamanda şiire attığı imzadır. Şiirlerin kimin tarafından yazıldığı mahlas sayesinde bilinir. Bu anlayışla Nedîm (öl. 1730): Ma‘lûmdur benim suhanım mahlâs istemez Fark eyler anı şehrimizin nüktedanları[1] der. Nitekim Türk halk şiirinde de mahlâsa imza, bulunduğu yere “imza yeri” denmektedir. Şairin kendine uygun gördüğü isim olduğu içindir ki mahlas, şairin kendini en iyi tanımlayan ve hedefini en iyi yansıtan kelimedir. Bu yüzden mahlas şairin karakterini, amacını ya da vasfını ele verir. Mahlas seçiminde şairler kendi mesleklerini, babalarının mesleğini; hattatlık, ressamlık gibi sanat bağlantılarını; vücut özelliklerini; psikolojik hâl ve vasıflarını, dinî-tasavvufî faaliyet ve bağlılıklarını vs. dikkate alırlar. Şairler için mahlas seçimi çok önemlidir. Mahlas, çok kullanılan kelimelerden seçilirse şiirlerin diğerleriyle karışma ihtimali yüksektir. Bu yüzden az kullanılan kelimelerden ya da başkaları tarafından tercih edilmeyen kelimelerden seçilir. Zira şiir karışıklıklarında başarılı şairler zararlı çıkarlar. Güçlü şairlerin mahlâslarının taklit edilmesinden endişeleri, birçoğunun sandığı gibi, şiirlerinin başkalarına mal edilme korkusundan değildir. Onları korkutan asıl şey mahlâslarını kullanan güçsüz şairlerin zayıf/kötü şiirlerinin kendilerine mal edilmesidir. Nitekim XV. yüzyıl şairlerinden Ahmet Paşa (öl. 1497)’nın korkusu bunu açıkça ortaya koymaktadır. Kıssa şöyledir: İrfan sahibi biri Ahmet Paşa’ya: “–Siz mahlâs olarak isminizi yani Ahmed’i kullanmaktasınız. Bu takdirde Gelibolulu Ahmet ile sizin aranızda benzerlik olup bu benzerlik halka karıştırma sebebi olmaz mı? İhtimaldir ki sizin güzel sözlerinizi ona isnat ederler.” deyince şair Ahmet Paşa: “–Benim kelimelerimi ona isnat etmeleri gam değil. Yeter ki onun mühmelâtını (mânâsız, boş sözlerini) bana isnat etmesinler.” demiştir.[2] Başka birinin kullandığı mahlâsı almak geleneğe de aykırıdır. Hele de henüz sağ olan ve başarılı şiirler yazan birinin mahlâsını almak affedilir bir tutum değildir. Âşık Çelebi’nin Meşâ’irü’ş–Şu‘arâ adlı eserinde naklettiği bir olay tam da bunu anlatmaktadır. Rivâyet edilir ki Necatî (öl. 1509) Manisa’daki şehzade Mahmut’un yanından Edirne’de bulunan Sultan Bâyezîd’in yanına gidip kasîde sunmuş, hil’at ve câize alıp mutlu bir hâlde Manisa’ya dönerken İstanbul’a uğramış. Zamanın şairlerinden Revânî, Ferrûhî, Mesîhî, Şem’î ve Ahî’nin bulunduğu meclise katılmış. Mecliste şiirler okunup sohbet edilirken Hallac Zâtî diye anılan biri gelmiş. Necatî kim olduğunu sormuş. Oradakiler “Zâtî” derler diye ihtihzâ yoluyla medh etmişler. Necatî bunu gerçek zannederek Zatî dururken bir Zâtî’nin daha ortaya çıkması için çok güçlü olmak gerek demiş ve: “–Allah için merak ettim görelim bakalım.” diyerek şiirinden okutmuş. Nitelik ve incelik bakımından durumuna vâkıf olunca meclisten kovup: “–Bre edepsiz! Bu sermaye ile Zâtî (öl. 1547)’ye rakip olmak, onunla şiirde boy ölçüşmek ne haddinedir.” demiş ve hızını alamayarak şöyle devam etmiş: “–Vallahi eğer padişahın huzuruna şimdi gidiyor olsaydım, dönmüş bulunmasaydım. Kasîde ile arz-ı hâl edip bir mahlâsta bir şair-i kâdir (kudretli şair) var iken her küstah ve mukallit onun mahlâsıyla şiir yazıp çekişmeyesin diye yasak ettirip hüküm çıkarttırırdım.” demiş.[3] Türk edebiyatının şüphesiz en kabiliyetli şairlerinden kabul edilen Fuzûlî (öl. 1556) de böyle bir endişeden dolayı kimsenin almayacağı bir kelimeyi mahlâs olarak seçme gayretine düşmüş ve “Fuzûlî” kelimesinde karar kılmıştır. Fuzuli kelimesinin Türk kültüründe ilk akla gelen “lüzumsuz, faydasız, boşboğaz, arsız…” gibi olumsuz anlamıdır; diğeri ise Arapça “fazl”ın çoğulu “fuzûl”dür ki “yüce, mütevâzı, kıymette üstünlük” gibi anlamlara gelir. Şairin her iki mânâyı da göz ardı etmediği anlaşılmaktadır.[4] Muallim Nâcî’nin verdiği bilgiye göre, Şeyh Gâlib de “Es‘ad” mahlâsını, zamanında zuhur eden ve saçma sözler söyleyen Es‘adlardan ayırmak maksadıyla “Gâlib” yapmıştır.[5] Güzel isim koymak sünnettir Türk edebiyatının sivri dilli, nüktedan şairlerinden olan Nef’î (öl. 1635) ilk önceleri “zarar veren, zararlı” anlamına gelen “Darrî (Zarrî)” kelimesini mahlâs olarak seçmişti. Mahlâsına uygun olarak yalın kılınç etrafını kırıp geçirmekte iken, devrin âlim şairlerinden Gelibolulu Âlî (öl. 1600), zararlı değil yararlı olması temennisiyle ona “faydalı, yararlı” anlamlarına gelen “Nef’î” kelimesini mahlâs olarak teklif etti. Âlî, bu davranışıyla esasen bir sünneti de yerine getiriyordu. Zira Hazret-i Peygamber bir hadisinde: “Siz kıyâmet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız, öyle ise isimlerinizi güzel kılın.” buyurmuş ve devrinde birçok kişinin ismini, anlamı kötü olduğu için değiştirmişti. Bu anlayışın bir tezahürü olarak Türk milleti tarih boyunca anlamı güzel ve faydalı kelimeleri; örnek Türk ve İslâm büyüklerinin adlarını, çocuklarına isim olarak seçmeye gayret etmiştir. Bunlar arasında hayatta en çok sevdiği insanın yani Hz. Peygamber’in ismi başta gelmektedir. Bu tercih dün olduğu gibi bugün de devam etmektedir. Nitekim istatistikler Ahmet, Mehmet, Muhammet, Mustafa, Yusuf, Ali, Hasan, Hüseyin, Bekir, Ömer, Osman kelimelerinin en çok tercih edilen Türk ismi olmaya devam ettiğini göstermektedir.[6] Şair Sürûrî, güzel ismin insanın tabiatına ve bahtına tesir ettiğini duymuş ancak kendisinde böyle bir tesir görmediğini bir beytinde konu etmiştir: Didiler te’sîr ider ism-i müsemmâ da velî Ey Sürûrî görmedüm âlemde handân olduğun[7] Sürûrî sevinç, mutluluk anlamına gelen mahlâsına gönderme yaparak: “Ey Sürûrî! İsmin, sahibine tesir ettiğini söylerler ancak ben bu âlemde (ismin sevinçli anlamında olduğu hâlde) senin hiç güldüğünü görmedim.” diyerek şikâyetlenmiştir. Güzel isim seçme geleneğine bir örnek de şair Sâmî (öl. 1881)’nin mahlâsının verilişinde görülmektedir. Sâmî, on beş yaşında iken bir beyit söylemesi üzerine hocası ona “Sabîh” mahlâsını vermişti. Fakat babası, “Bu mahlâs; nasârâ kokuyor, mahlâsın “Sâmî” olsun, diyerek değiştirmiş ve daha sonra bu mahlasla tanınmıştır.[8] Hulûsî Efendi(k.s.)’nin mahlası Bilindiği üzere insanların isimlerini anne-babaları veya yakınları çoğu zaman olmasını arzu ettikleri kişiliğe uygun anlamda kelimelerden seçer. Ancak şairin şiirlerinde kullandığı isim olan mahlası şairin kendisi, kendisine uygun gördüğü kelimelerden seçer. Başka bir ifadeyle isim başkalarının uygun gördüğü, mahlas ise şairin kendisine uygun gördüğü isimdir. Osman Hulûsî Efendi, şiirlerinde “Hulûsî” mahlasını kullanmıştır. “Hulûs” “saflık, temizlik, içtenlik, gönül temizliği” anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Hulûsî ise “hulûs”un nisbet eki getirilmiş hâli olup “saf, temiz, samimi, candan, içten” anlamlarındadır.[9] Hulûsî Efendi kendisine samimiyeti, içtenliği uygun görmüştür. Onun bu tercihi esasen şiirlerinin temel vasfıdır. Zira onun şiirlerinde baştan sona samimiyet ve içtenlik hâkimdir. Hulûsî Efendi şiirlerinde başka mahlas kullanmamış ancak birkaç şiirinde babasına nisbeten “Hatiboğlu” (109-173), şeyhine nisbeten “Hakkı’nın bendesi, bende-i Hakkı” (101-132) ifadelerini kendini tanıtmak için mahlas yerine kullanmıştır. 273. şiirinde ise “Seyyid Hulûsî” ifadesiyle Hz. Peygamber soyundan gelme olduğuna işaret etmiştir. Hulûsî Efendi Divanı’nda 76 civarında mahlassız şiir vardır. Bunların hikmetini ancak Hulûsî Efendi bilmektedir. Mahlassız şiirlerle ilgili nakledilen bir hatırata göre Hacı Muhittin Tütüncü, Divan’ın ilk baskısı için hazırlıklar yapılırken Hulûsî Efendi’ye şah beyti olmayan şiirlerin tamamlanması iyi olur demesi üzerine Hulûsî Efendi, -Ya Şeyh! Biz kendiliğimizden mi yazıyoruz sanıyorsun? Ne söyleniyorsa onu yazıyoruz. Biz bu Divan’a kendiliğimizden bir harf bile koymadık, diyerek şiirlerin noksan oluş sebebine açıklık getirir. Ancak doğuş geldikçe tamamladıkları da oluyordu. Abdulmuttalip Azdemir Bey böyle bir tamamlamayı haber vermektedir. Anlattığına göre bir gün Hulûsî Efendi ile Darende’ye giderken, arabanın teybinde oğlu Kemal Efendi’nin söylediği ilâhîleri dinliyorlardı. “Câna cân kattın Efendim” ilâhîsini dinledikten sonra Hulûsî Efendi cebinden kâğıt kalem çıkardı, bir şeyler yazmaya başladı. Yazmayı tamamladığında Abdulmuttalip Bey ne yazdığını sordu. Hulûsî Efendi cevaben “Oğul bu ilâhînin şah beyti yoktu, şimdi doğuş oldu, onu yazdım” dedi ve beytin yazılı bulunduğu kâğıdı uzattı. Şu beyit yazılıydı: Ey güzeller serveri açtın nikâb-ı hüsnünü Ben Hulûsî kemteri lütfuna şâyân eyledin Sonra “Oğul o ‘Ey güzeller serveri’ kısmını, ‘Ey güzeller güzeli’ olarak değiştir” diye buyurdu.[10] [1] Muhsin Macit, Nedim Divanı, Ankara 2017, s. 272 (Gazel 153/5). https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/56214,nedim-divanipdf.pdf?0 (Erişim tarihi: 16.01.2021) [2] Rıdvan Canım, Latîfî Tezkiretü’ş-Şuarâ ve Tabsıratü’n-Nuzemâ, Ankara 2000, s.168-169. [3] Filiz Kılıç (Haz.), Âşık Çelebi, Meşâ’irü’ş-Şu‘arâ, Anraka 2018, s. 666. https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/59036,asik-celebi-mesairus-suarapdf.pdf?0 [4] Ali Nihad Tarlan, Fuzûlî’nin Farsça Divanı (Tercümesi), İstanbul 1950, s. 6-7. [5] Cemal Kurnaz (Haz.), Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, Akçağ Yay., Ankara 2000, s. 113. [6] Nihat Öztoprak, “Mahlas Nükteleri 4”, Yüzakı Dergisi, Nisan 2007, sayı: 26. [7] Niyazi Ünver, Gelibolulu Sürûrî Dîvânı, Ankara 2020, gazel 257/5, s. 187. E-kitap: https://ekitap.ktb.gov.tr/Eklenti/73951,gelibolulu-sururi-divanipdf.pdf?0 (Erişim tarihi: 15.01.2021) [8] İbrahim Baştuğ (Haz.), İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, IV, Ankara 2002, s. 2105. [9] Mehmet Kanar, Örnekli Etimolojik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Derin Yayınları, İstanbul 2003. [10] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Dîvânı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, C.I, Malatya 2020, s. 111-112. Not: Hulûsî Efendiyle ilgili verilen beyit numaraları da künyesi kaydedilen dört ciltlik Nihat Öztoprak’ın çalışmasından verilmiştir.
Nihat ÖZTOPRAK
Yazarİnsanoğlu hüzün sahibidir. Hüznünü bazen birileriyle paylaşır, dertleşir. Bazen kendi kendine dertleşir. Şairler bu işi çoğu zaman şiire de dökerler. Edebiyatta bu tarz şiirlere hasbihâl denir. hasbih...
Yazar: Nihat ÖZTOPRAK
İmâm-ı Rabânî Ahmed Sirhindî (k.s.) tasavvufî eğitimi sürecinde varlık (vücûd) konusunda farklı bilgi, düşünce ve telakkîlere (algılamalara) ulaşmıştır. Ulaştığı bilgileri eserlerinde anlatan Sirhindî...
Yazar: Necdet TOSUN
İslam edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatında da devlet büyüklerinin, din büyüklerinin, âlim ve şairlerin mektuplarının yer aldığı eserlere münşeât ya da mektûbât denir. Devlet adamlarının, şair...
Yazar: Nihat ÖZTOPRAK
Kana kana içip aşk meclisinde, Sermest olup muhabbete dal gönül. Daim ümitvâr ol dost kapısında, El bağlayıp asırlarca kal gönül. Hasretinden ölüp ölüp dirilsen, Geceleri yıldız yıldız kırıls...
Şair: Bestami YAZGAN