Hoca Ahmed Yesevi ve Yesevilik
UNESCO, doğumunun 900. yıldönümüne rastladığı için 1993 yılını Ahmed Yesevî yılı olarak ilan etmişti. Türkiye’nin önerisi ile 38. UNESCO genel konferansında 2016 yılı, ölümünün 850. yılı nedeniyle Ahmed Yesevî’yi anma yılı olarak kabul edildi. Bu sebeple ülkemizde birçok anma toplantısı düzenlenmiş ve Ahmed Yesevî her yönüyle ele alınmaya çalışılmıştır.
Bunun yanı sıra Hoca Ahmed Yılı anısına, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı tarafından hazırlanan ve Yrd. Doç. Dr. Mustafa Tatcı’nın editörlüğünü yaptığı Dîvân-ı Hikmet Hoca Ahmed Yesevî başlıklı eser yayımlandı. Özbek minyatür üstadı Cihangir Ashurov’un minyatürleriyle desteklenen kitapta, Ahmed Yesevî’nin hayatı, eserleri ve tarikatı anlatıldıktan sonra, iki yüz elli hikmetine yer verilmiştir. Biz de bu Ahmed Yesevî çalışmalarına kendimizce bir katkı yaparak, onu ve özellikle de Yesevîliği işlemek istedik.
Hoca Ahmed Yesevi kimdir?
Ahmed Yesevî, özellikle Orta Asya Türkleri için dinî-tasavvufî yönden kuvvetli etkiler bırakan ve Şeyh Ferîdü’d-dîn-i Attâr’ın ‘Pîr-i Türkistan’ diye vasıflandırdığı, Yeseviyye\ Yesevîlik tarikatının kurucusu mutasavvıf bir şairdir.[1] “Yusuf el-Hemedânî’nin (ö. 535/1140-41) üçüncü halifesi olan ve ‘Pîr-i Türkistan’ diye anılan Ahmed Yesevî’nin, Yesi’de irşada başladığı sıralarda Türkistan’da, Yedi Su havalisinde kuvvetli bir İslâmlaşma yanında İslâm ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf hareketleri de vardı.
Tekkeler bu hareketin merkezi durumundaydı. Medrese, zahirî ilimlerin merkezî müessesesi olduğu gibi tekke de manevî ve ruhanî ilimlerin merkezî bir müessesesi olmuştu.”[2] “Ahmed Yesevî’nin Yesi’de irşada başladığı sıralarda Orta Asya’da İslâmlaşmanın yanı sıra yaygın tasavvuf hareketleri de vardı.
Bu dönemde Yesevî, Taşkent ve Sirderya ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında büyük bir etkiye sahip olmuştu. İslâm’ın esaslarını, güzel ahlâkı, tasavvufun âdâb ve erkânını basit ve yalın bir dille öğretiyordu. Bunun için, halk edebiyatından alınan anlatım teknikleriyle örülmüş hece vezninde manzumeler söylüyordu. Hikmet adı verilen bu manzumeler, dervîşleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılıyordu. Bu sayede Yesevîlik, kısa süre içinde Orta Asya Türkleri arasında yayıldı.”[3]
Şeriata dayanan Yesevîlik, ilk Türk tarikatı olarak bilinir: “Ahmed-i Yesevî’nin hikmetlerinde şeriatla tasavvufun iç içe olduğu, kurucusu olduğu Yesevîlik Tarikatı’nın şeriatı temel aldığı görülür. Ona göre imanın postu şeriat, esası ise tarikattır. Post-ı iman şeriatdur, mağzı tarik Tarik kirgen Hak’dın ülüş aldı dostlar (İman postu şeriat, esası ise tarikattı; dostlar, tarikata giren ancak Hak’tan nasip alır.) Şeriata dayanmayan tarikat batıldır ve İslâm’la ilgisi yoktur.
Şeriatke rast muvafık tarikatını Meşâyıhlar tarika-i bih- bûd dirler (Şeriata uygun tarikata şeyhler iyi olma yolu derler.)[4]
Yesevîliğin Sünnî Türkler arasında kolayca yayılıp yerleşmesinin başlıca sebebi, İslâm şeriatına ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine sıkı sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevî’nin şeriat ve tarikatı uzlaştırmasıdır.[5]Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet’teki hikmetlerinde ve Fakr-nâme isimli risalesinde şeriat ve tarikatın, birbirleriyle nasıl kuvvetli bir şekilde ilişkili olduğunu anlatmaya çalışmıştır:
“Ahmed Yesevî gerek hikmetlerinde gerekse Fakr-nâme’de sık sık şeriatsız tarikatın olamayacağını, şeriat olmadan tarikata girenlerin şeytanın oyuncağı olacaklarını ifade etmekte, kendi tasavvuf anlayışının ve yolunun şeriat üzerine kurulduğunu belirtmektedir.”[6] Yesevî’ye göre hakikat yolunda yürüyebilmek, nefsin hilelerini bertaraf etmek için bir pîre, bir mürşide, bir manevî yol göstericiye ihtiyaç vardır.[7] Ahmed Yesevî’nin kurucusu olduğu Yesevîliğin temel esasları ise şöyledir:
“O, sohbet ve hikmetlerinde bu temel esasları ilk defa döneminin ve çevresinin anlayabileceği anadili Türkçeyi esas alarak bir ilki gerçekleştirmiştir. Bu sebeple Yesevî, Türk Edebiyatı Tarihinde “İlk Türk Mutasavvıfı” olarak haklı bir şöhret kazanmıştır. Hiç şüphesiz bu ifade Yesevî Hazretleri’nden önce bir Türk sûfisinin yetişmediği anlamına gelmeyecektir. Fakat Yesevî Hazretleri’yle birlikte Türkçe bir aşk, irfân ve manâ dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Hazret-i Türkistan mahallî Türkçeyi vahyin gücü ile tezyin ederek semavîleştiren ve anadilini bir “manâ dili” haline getiren ilk Türk mutasavvıfıdır.”[9]
Hoca Ahmed Yesevî ve onu takip edenler, eserlerinde Kur’an ayetlerine ve hadislere doğrudan yer verirler.[10]Zaten, onun şiirlerinin yer aldığı esere “Divân-ı Hikmet” adının verilmesinin sebebi de Kur’an ve hadistir: “Esere Divân-ı Hikmet adının verilmesinde; Kur’an-ı Kerîm’de yirmi ayette geçen hikmet sözünün Kur’an-ı Kerîm’in muhtevası, hükümleri veya ilim anlamlarını taşıması ve ‘Şiirin bir kısmı şüphesiz ki hikmettir.’ hadisinin rolü olması muhtemeldir.” [11]
Ancak, Fakr-nâme ve Hikmetlerde sahih hadislerin yanı sıra, sahih olmayan hadislere de yer verilmiştir. Bunun sebebi şudur: “Bu durum bu eserlerin vaaz ve irşat kitabı olmasından kaynaklanmaktadır. Yesevî veya onun ardılları, tasavvuf ehli tarafından sık sık kullanılan veya şeyhlerinden duymuş oldukları bazı güzel sözleri, sahih hadis olup olmadıklarına bakmadan, kaynak göstermeden Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ağzıyla kullanmışlardır.”[12]
Ahmed Yesevî tarafından yazıldığı varsayılan ya da Yesevî dervişleri tarafından yazılıp ona atfedilen “Fakr-nâme” risalesinin adının nereden geldiğine baktığımızda, karşımıza yine bir hadis çıkmaktadır. Peygamberimiz’in “El-fakru fahrî/Fakirlik övüncümdür.” hadisi doğrultusunda hayatını sürdüren Yesevî’nin, risalesinin adı Fakr-nâme olmuştur.[13] Ancak, “fakr” kelimesinin fakirlik anlamının yanı sıra, tasavvufta dervişlik anlamı da vardır.
Bu yüzden eser Türkçeye “Dervişlik Kitabı” diye çevrilebilir.[14]Fakr-nâme, muhteva olarak Yesevîlik tarikatının adâbını, usulünü, erkânını, tasavvuftaki dört kapı kırk makamı temsil eder ve Ahmed Yesevî, eserinde Hz. Ali’den naklen dervişliğin kırk makamını anlatır.[15] Bu dört kapı şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarıdır. Her kapının ise ayrıca on makamı vardır. Dört kapı kırk makam düşüncesinin ilk defa Ahmed Yesevî’nin Fakr-nâme isimli eserinde dile getirildiği bilinmektedir.[16]
“Kur’an-ı Kerim'e ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sünnetine bağlı, gönlünü ilahi aşla donatmış olan Ahmed Yesevî’nin, “Dîvân-ı Hikmet” adlı eseri incelendiğinde, bütün dörtlüklerin Allah, Peygamber ve insan sevgisi üzerine temellendirildiği görülmektedir. Kaynağını Kur'an'dan alan aşk kavramı Ahmed Yesevî'de önemlidir, çünkü o'na göre ilâhî aşk varlığın sebebi ve manasıdır.
Ahmed Yesevî'ye göre Marifet-i Mevlâ, Muhabbet-i Mevlâ iledir. Yani Allah'ı tanımak onu sevmeye bağlıdır.”[17] Ahmed Yesevî’nin ve Yesevîliğin Hz. Muhammed (s.a.v.) ile olan bağına baktığımızda, bir rivayetten özellikle bahsetmek gerekir. Rivayete göre, Hz. Muhammed (s.a.v.)Ahmed Yesevî’ye ulaştırmak üzere, onun ilk hocası, şeyhi ve aynı zamanda akrabası olan Arslan (Baba) Bâb’a bir hırkayla bir hurma verir. Emanet hurmayı alan Arslan Bâb, dört yüz yıl kadar sonra Hoca Ahmed’in babası İbrahim Şeyh’i bulur ve aileyi yakinen tanımaya çalışır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tarif ettiği kişinin Ahmed Yesevî olduğuna kanaat getirir. Emanet hurmayı teslim eder.[18]Hatta bazı araştırmalarda, Ahmed Yesevî’nin ilk şeyhi Arslan Bâb’ın, aslında Hz. Muhammed (s.a.v.)’in meşhur sahabelerinden Selmân-ı Farisî olduğu düşüncesi ortaya konmuştur:
“Bu ilgi ve alâka Selmân-ı Farisî’nin iki yüz, üç yüz, hatta beş yüz elli üç yıl yaşadığı hakkındaki rivayetlerle Arslan Bâb’ın dört yüz veya yedi yüz yıl yaşadığına dair olan rivayetler arasındaki benzerlikten kaynaklanmaktadır. Kısacası, Arslan Bab’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’den Hoca Ahmed’e hurma ve hırka getirmesi, beş yüz yıla yakın yaşadığına dair halk arasındaki inancın bu kadar yaygın olması, bu şahsın Türkler arasında geniş şöhret kazanan bir sûfi olduğunu göstermektedir.”[19]
“Bütün ömrünü ilim ve tasavvuf yolunda hasretmiş, Merv, Herat, Semerkand, Buhara gibi İslâm merkezlerinde dolaşarak halkı irşada çalışmış bir zattı. Dünyaya değer vermez, ikbal peşinde koşmaz, padişah ve devlet erkânının huzuruna varmaktan kaçınırdı. Azla kanaat eder, sade bir hayat yaşar, eline geçenleri muhtaçlara dağıtırdı. İrşad dışında kalan zamanını Kur’ân-ı Kerim tilaveti ve riyazetle geçirirdi. Herkese mültefit ve merhametli idi. Hz. Hızır’la daima sohbet halinde bulunurdu.”[20]
Hoca Ahmed Yesevî, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine öylesine bağlıdır ki İslâm Peygamberi 63 yaşında vefat ettiğinde dolayı, kendisi de o yaşa yaklaştığında yeraltında bir çilehaneye girme gereği duyar: “Hoca Ahmet Yesevî’nin peygamber sevgisi, o kadar ileri bir düzeydedir ki, ne kendisinden önce ne de kendisinden sonra gelen insanların yapmadıkları bir fiille, onu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Altmış üç yaşına geldiği zaman, Peygamber Efendimiz’in yaşadığı ömrünü düşünmüş, sevgisinden bir çilehâne kazdırıp, geri kalan ömrünü burada geçirmiş.”[21]
“Malûmdur ki ipekböceği kozasını içerden örer; onun Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine uyarak altmış üç yaşından itibâren ömrünü halvette geçirmesi esasen pasif bir muvahhid olmasından değil, yetiştirdiği alperenlerin manevî gıdalarına gönül desteği vermek istemesindendir. Ehlinin malûmudur ki erenlerin halveti maddî gıdanın kesilmesi, manevî gıda ile beslenilmesi ve bunun insanlık hayrına rahmete dönüştürülmesi hadisesidir. Yesevî Hazretleri’nin halvet hayatını da bu şekilde anlamak gerekir.”[22]
Yalnız burada, şeriata dayanan bir tarikat olmasına rağmen Fuad Köprülü’nün Yesevîliği heteredoks yani Müslümanlık akidelerinden, inançlarından uzaklaşmış tarikatlar arasında saydığını ayrıca belirtelim.[23] Bu düşünceye karşı çıkan, Ahmed Yesevî’nin Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sünnetine bağlı olduğunu dile getiren âlimler hep olmuştur:
“Bir sünnî-hanefi olan Ahmed Yesevî’nin eserinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sünnetine bağlılık, düşünce ve aksiyonun temelini oluşturur. Onun tasavvufi anlayışı şeriata yani Kur’an ve sünnetin dogmalarına tam uygunluk esasına oturmaktadır. Bu bakımdan, Köprülü’nün, Yesevîlikte ‘heteredoks’ unsurlar arayan gayretlerinin, bizce hiçbir inandırıcı yanı olamaz.”[24]
Yesevîlik Tarikatı’na mensup olanların, Mâtürîdî ve Hanefî olduğunu gösteren işaretler ise şunlardır: “Ahmed Yesevî’nin müridi Sûfi Muhammed Dânişmend’in Mir’âtü’l-kulûb adlı eserinde Yesevî’den naklettiği, âhir zamanda sahte şeyhlerin ortaya çıkacağı ve bunların Ehl-i Sünnet’i sevmeyeceği şeklindeki rivayetlerle Hoca İshak’ın Hadîkatü’l-ârifin’inde İmam Mâtürîdî’ye atıf yapılması ve Yesevî kaynaklarında cehrî zikri müdafaa için sürekli Hanefî fıkıh kitaplarına referansta bulunulması, Yeseviyye mensuplarının diğer Orta Asya Türkleri gibi Mâtüridî ve Hanefî olduğunu göstermektedir.”[25]
Yesevîlik, aynı zamanda eski Türk kabile geleneklerinden izler taşıyan bir tarikattır: “Ahmed Yesevî’nin etrafında toplananlar İslâmiyet’e yeni girmiş fakat ona çok kuvvetli bağlarla bağlanmış göçebe veya köylü Türklerdi. Bu yüzden Yesevîlik ister istemez bu çevrenin şartlarına uymak zorunda kaldı. Bu Türkler samimi Müslüman olmakla beraber bunların İslâmiyet’i anlayışları çok sathî ve şeklî idi. Bu yüzden Yesevîlik bu göçebe Türk çevresinde eski Türk kabile gelenekleriyle karışmak zorunda kaldı.”[26]
Yesevîlik, her ne kadar Osmanlı topraklarında doğmasa da ve Ahmet Yesevî Osmanlı döneminde yaşamasa da Osmanlı coğrafyasında varlığını sürdürmüş bir tarikattır: “Elde edilen verilere göre Yesevîliğin Osmanlı coğrafyasında iki şekilde varlığını sürdürmüş olduğu görülmüştür. Bunlardan ilkinin Yesevîliğin düşünce yapısının, âdâb ve erkânı denilen uygulamalarının Nakşibendîlik ve Bektaşîlik içerisindeki etkisine bağlı varlığı, ikincisi ise bazı arşiv belgelerinin işaret ettiği gibi bizzat Yesevîlik tarikatı olarak varlığıdır.”[27]
Kısacası, Bektaşîlik ve Nakşbendîlik, Yesevîliğin uzantıları ve kolları olarak görülmektedir.[28] Nakşbendîliğin temel karakterinin Yesevîliğe benzediği bilinmektedir. Bektaşîliğin ise aslında doğrudan Yesevîlikle bir ilişkisi yoktur. Menkıbelerde, Hacı Bektaş Velî, Ahmed Yesevî’nin müridi ve halifesi gibi gösterildiği için gelenek yoluyla bir etkileşim olduğu bilinmektedir.[29]
Bu iki farklı tarikatın, silsileleri bakımından Ahmed Yesevî’ye dayanıyor olmaları ilgi çekicidir: “Nakşbendîlik gibi sünnî bir tarikatla, Bektaşîlik gibi sünnî olmayan bir tarikatın silsilelerini Ahmed Yesevî’ye bağlamaları, bu Türk mutasavvıfının asırlar boyunca süren ve ortak bir kimlik oluşturmada görmezden gelinemeyecek etkilerini göz önüne koymaktadır.”[30]
On üçüncü yüzyılın başlarında Moğol hükümdarı Cengiz, 1209’da Uygur Türklerini egemenliği altına aldı ve 1219’da Harezm’e saldırdı. 1227 yılında ölen Cengiz’in ardından Türkistan ve Harezm bölgesi Moğolların eline geçmiştir. O çağların önemli şehirleri olan Buhara, Semerkand, Taşkent, Merv’den kaçan büyük kalabalıklar Anadolu’ya göç etti.[31]
Türkistan, Harizm ve Horosan’dan Anadolu’ya gelen ‘Yesevî’ dervişleri, kendileriyle beraber Ahmed Yesevî’nin ve onun takipçisi şairlerin Türkçe ilahilerini, hikmetlerini de getirmişlerdir.[32] Kısacası, Yesevîlik Seyhun, Taşkent, Maveraünnehir ve Harizm sahalarına yayılmakla kalmamış, XIII. yüzyılda Anadolu’ya da girmiştir.
Yesevî dervişlerinin Anadolu’daki Türk birliğinin sağlanmasında büyük payları vardır: “Moğol istilasında veya istiladan sonra Orta Asya’nın çeşitli şehirlerinden; Türkistan, Sayram, Buhara, Harezm, Horasan, Semerkand’dan ayrılıp Selçuklulara sığınan dervişler, Anadolu’da Türk birliğinin sağlanmasında öncü ve önemli görevler yüklenmişlerdir. Gelen dervişlerin büyük bir bölümü Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî’nin öğretilerinin izleyicisiydiler.”[33]
Yesevîlik, sadece Osmanlı coğrafyasında bu şekilde başka tarikatların oluşmasını sağlamamış, aynı zamanda ortaya çıktığı Orta Asya’da da başka adlar altında yaşamayı sürdürmüştür. Buna örnek olarak, Yesevîliğin Kırgızistan’da oluşmuş bir türevi olan Laçilik verilebilir.[34]Ancak kimi araştırmacılar Laçilerin, Yesevîlikle bağlantılarının ispat edilemediğini dile getirirler.[35]
“XIX. yüzyılın sonlarında Orta Asya’nın Fergana Vâdisi’nde ve Kırgız bölgelerinde görülen Laçiler ile Saçlı Îşânlar’ın da Yesevîlikle bağlantısı ispat edilememiştir. Bunlar Orta Asya Kalenderîlerinin son kalıntıları olmalıdır.”[36] Yesevîlik Tarikatı 19. asrın başlarına kadar devam edebilmiş ya da Yesevîliğin bir uzantısı olan Nakşbendîliğin içinde erimiştir: “XIX. yüzyılın başlarına kadar izi sürülebilen ve zayıflamış ya da Nakşbendîliğin içinde erimeye başlamış olsa da silsilesi takip edilebilen Yesevîlik bu tarihten sonra yazılı kaynaklarda izlenemez olmuş ve XIX. yüzyılın sonlarında Rusların Orta Asya’da hâkimiyet kurmasının ardından gözden kaybolmuştur.”[37]
* Okt. Dr. Bu metin, Kocaeli Üniversitesi Rektörlük Türk Dili Bölümü’nün 28.12.2016 tarihinde düzenlediği “Ahmed Yesevî” panelinde sunulmuştur.
[1] Mustafa Yalçınkaya, “Ahmed Yesevi ve Divan-ı Hikmet”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, c. 26, S.1, 1993.
[2]A. Azmi Bilgin, Türk Tasavvuf Edebiyatı Makaleleri, “Tasavvuf ve Tekke Edebiyatı”, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara, 2016, s. 28.
[3]Dîvân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî / Editör: Mustafa Tatcı. - Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, 2016, s.16.
[4] Kemal Eraslan, “Ahmed-i Yesevî’nin Hikmetlerinde Hoşgörü”, ”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Cilt 8, Sayı: 24, Ocak 1996, s. 778-779.
[5] Kemal Eraslan, “Ahmed Yesevî”, DİA, Cilt 2, 1989, s. 161.
[6] Hayati Develi, Ahmed Yesevî, Şule Yayınları İstanbul, 1999, s. 47.
[7] Münevver Tekcan, “Yesevî Dervişi Atayî’nin Divanında Tasavvufi Unsurlar”; Uluslararası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu Bildiriler, 20-21 Şubat 2010 Bağcılar, 2012, s. 86-87.
[8] Hayati Develi, Ahmed Yesevî, Şule Yayınları İstanbul, 1999, s. 47.
[9] Mustafa Tatçı, a.g.e., s.8.
[10] Münevver Tekcan, a.g.m., s. 85.
[11] Emine Yeniterzi, “Ahmed-i Yesevî’den Öğütler”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 3, Konya, 1997, s. 72.
[12] Necmettin Çetinkaya, Ahmet Yesevî ve Uyanışının 1000. Yılı, Anadolu Belgesel Yayıncılık, Gebze, 2004, s. 23.
[13] A. g. e., s. 25.
[14] Kemal Eraslan, Yesevî’ninFakr-nâmesi, Hoca Ahmet Yesevî Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, Ankara, 2016, s.6.
[15]A.g.e, s.14.
[16]A.g.e., s.5.
[17]Ali Arslan, “Ahmed Yesevî’de Hz. Peygamber (SAV) Sevgisi, International Journal of Cultural and Social Studies (IntJCSS) August 2016: Volume 2 (Special Issue 1) s.285.
[18]Nâdirhan Hasan, “Arslan Bâb ve Ahmed Yesevî”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, S. 24, 2009, s. 5-6.
[19]A.g.m., s. 8.
[20] Kemal Eraslan, “Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, Haz. Cemâl Kurnaz, Mustafa İsen, Mustafa Tatçı, Ahmet Yesevî Vakfı Yayınları, Ankara, 1998, s. 81.
[21] Ali Arslan, a.g.m, s.285.
[22] Mustafa Tatçı, a.g.e., s.9.
[23] M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Yay. Haz. Orhan Köprülü, Akçağ Yay., 8. Baskı, Ankara, 2011,s. 184.
[24] Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Sidre Yayıncılık, 1988,s. 126.
[25] Necdet Tosun, “”Yeseviyye”, DİA, cilt 43, 2013, s.490.
[26] Mürsel Öztürk, “Ahmed Yesevî- Hacı Bektaş –ı Velî ve Yunus Emre Zinciri”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Cilt 3, Sayı 9, Eylül 1987, s. 760.
[27] Eyüp Baş, “Ahmed Yesevî’ninBektaşîlik, Alevîlik Üzerindeki Etkileri ve Osmanlı Dinî Hayatındaki İzleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52: 2 (2011), s. 21.
[28] Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, Sidre Yayıncılık, 1988, s. 122.
[29] Hayati Develi, a.g.e., s. 50-51.
[30] Hayati Develi, a.g.e., s. 51.
[31] Ahmet Vehbi Ecer, “Hoca Ahmed Yesevî ve Anadolu Türk Kültürü”, Yesevî Aylık Sevgi Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 96, Aralık 2001, s. 24.
[32] M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, Yay. Haz. Orhan Köprülü, Akçağ Yay., 8. Baskı, Ankara, 2011,, s. 282.
[33] Ali Abbas Çınar, “Ahmed Yesevî-Hacı Bektaş Velî Bağlantısı”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Cilt 8, Sayı: 24, Ocak 1996, s. 731.
[34] Ali Yaman, “Kırgızistan’da Bilinmeyen Yesevi İzbasarları: ‘Laçiler’ “, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, S. 29, 2004.
[35] Necdet Tosun, “”Yeseviyye”, DİA, cilt 43, 2013, s. 489.
[36] Mustafa Tatçı, a.g.e, s.32.
[37] Necdet Tosun, “”Yeseviyye”, DİA, cilt 43, 2013, s. 488.
Derya KILIÇKAYA
YazarHiç şüphesiz Türkler arasında İslâmiyet’in ve tasavvufun yaygınlaşmasında Ahmed Yesevî’nin büyük rolü vardır. Onun, Divan-ı Hikmet ve Fakr-nâme isimli eserleri herkesçe bilinmektedir. Ancak, Yesevî’ni...
Yazar: Derya KILIÇKAYA
Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN Anadolu’da Malatya’dan başlayıp İstanbul’a kadar uzayan çizginin kuzeyinde kalan kısmın (Sivas, Tokat, Kayseri, Ankara, Çorum, Kastamonu) Danişmend Gazi ve gaza arkadaş...
Yazar: Cemil GÜLSEREN
Bugün Müslümanlar olarak en temel sıkıntımız Allah'ın bizim için belirlediği sınırları aşmamız ve kırmızıçizgileri hiçe saymamızdır. Halbuki Yüce Kitabımız bu konuda bizi defalarca uyarmaktadır. Ku...
Yazar: Abdullah KAHRAMAN
Gönül, manevî olarak iyi ve kötü duyguların mahallidir. Gönüle, Arapça’da kalp, Farsça’da dil denilir. Edebiyatımızda gönül ehli anlamında “ehl-i dil” terkibi de kullanılır. İmanın mahall...
Yazar: Mukadder Ârif YÜKSEL