Hakîkaten Ârif Olup Mârifete Kavuşmak
Tasavvufta mârifet; kişinin kendini tanıyarak Rabb’ini tanıması, Allah dostlarına âşinâlık kazanması, hakîkat bilgisine erişmesi ve irfân meclislerine kavuşarak, âriflerin sırrına vâkıf olması şeklinde tanımlanmıştır. Ancak mârifet ile bilgi veya ilim arasında önemli farklar bulunmaktadır. Mârifet, yaşayarak, tecrübe ederek elde edilen bilgidir; kaynakları kalp, rûh, sır, ilham ve keşiftir. Diğer taraftan, ilmin kaynakları ise duyu organları, akıl, nazar ve nakildir.
Sûfîlere göre mârifet; Yüce Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyan, işlerinde O’nun rızâsını düşünen, niyeti hâlis olan, kötü ahlâklardan arınmış kimselerin sıfatıdır. Mârifet sahibi kişinin kalbi Yüce Allah’tan başka her şeyden arınmıştır, nefsin vesveselerinden uzaklaşmıştır ve kalbi sürekli zikirle meşguldür.
Mârifet, bir şeyi tam anlamıyla ve bütün yönleriyle bilmektir. Kulun bilmesi gereken dört temel konu Yüce Allah, nefs, dünya ve âhirettir. Nefsi kulluk ve zilletle, dünya ve şehvetlerden uzaklaştırarak bilmek, mârifetin bir parçasıdır. Kul, Yüce Allah’ı tanıma kapasitesiyle yaratılmıştır ve nefsi üzerinde hâkimiyet kurarak O’nun emirlerine uyar, rızâsını kazanmak için çaba sarf eder. Nefsini bilmeyen ise Yüce Allah’ı da gerçekten bilemez.
Sûfîlerin mârifet tanımlarından bir kaçı şu şekildedir: Ebû Tayyib Merâgî şöyle demiştir: “Yüce Allah’ın varlığına akıl delille ulaşır, hikmet şehâdetle ulaşır. Akıl O’nu gösterir, hikmet O’na işaret eder, mârifet O’nun varlığına şehâdet eder. Bütün bunlar, saf ve riyâdan arınmış bir ibâdetin ancak sâfî bir tevhid inancı ile olacağına işaret eder.”
Ebû Bekir Nasrabâzî mârifeti şöyle tarif etmiştir; “Mârifetin mânâsı seni, Yüce Allah’ın sıfatlarını inkârdan ve O’nu varlıklara benzetmekten uzak tutacak bir tazim ve yüceltme hâlinin kalbinde bulunmasıdır.”
Ruveym şöyle demiştir; “Mârifet ârif için aynadır. Oraya bakınca Yüce Allah’ı görür. Çünkü ârif her yerde ve her şeyde Yüce Allah’ı seyreder.” Bâyezîd-i Bistâmî’ye “Mârifeti nasıl elde ettin?” diye sorulduğunda, “Yüce Allah yolunda nefsime eziyet çektirerek, aç bir karınla ve çıplak bir vücutla.” cevabını vermiştir.[1]
Tasavvufun gayesi insanın Yüce Allah’ı bilmesi/mârifetullahtır. Mârifetullaha ulaşan insan Yüce Allah’ın tevhidine yakinen şâhit olur, her an muhâsebe ve murâkabe hâlinde bulunur. Cafer-i Sâdık (r.a.), tasavvuf yolunun ve mârifet ehlinin pîri olarak kabul edilmiştir.
O hayatını zühd, tevbe, mârifet, adâlet ve kulluk üzere yaşayan içi dışı bir kimseydi. Mârifete çok önem vermekteydi, Cafer-i Sâdık’a göre mâsivâdan yüz çevirmeden mârifete ulaşılamaz, kalbinde mâsivâdan en ufak parça bulunan kimse yüce Allah’a ulaşamaz. Dolayısıyla ârif olan kimsenin kalbinde Yüce Allah’tan başka hiçbir şey yoktur.[2] Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi mârifete erişen ârifin hâlini şöyle tasvir eder:
Sana ârif olan ilm ile irfânı n’ider sensiz
Senin lutfunla dil-gûn olduğum irfânım olmuşdur[3]
(Senin mârifetini tanıyan, sensiz ilim ve irfânı ne yapsın. Senin lüdfunla gönlümün şenlenmesi, bana irfân olmuştur.)
Yukarıdaki beyitte gönlün şenlenmesinin ârif olarak irfâna kavuşmakla olduğu belirtilmiştir. Kalb sözlükte; “yürek, gönül, gönül hastalığı, bir şeyin en önemli yeri, orta noktası”, “çevirme, döndürme, İlâhî hitâbın muhâtabı, mârifet ve irfânın mahallî” olarak tarif edilmiştir.
Yüce Allah insanı zâhir ve bâtın olarak iki hâlde yaratmıştır. Zâhirî olan gözle görülen bedenidir; el, ayak, vb. insanın hakîkati ise bâtınî yönüdür. Buna bazen nefs, bazen rûh, bazen de kalb denmiştir. Kalb insanın hakîkatidir. Kalbin kelime mânâsı, insanın sol tarafında, sol memenin alt kısmına doğru yerleştirilen çam kozalağı şeklindeki et parçasından ibârettir; bu cismânî kalbin Yüce Allah dostlarının yanında değeri yoktur.
Bu cismânî kalb tıp bilimini ilgilendirir. Istılahta kalb, rûhun madenî ve kaynağıdır. Latîfe-i Rabbâniye-i rûhâniyedir, gözle görülemeyen rûhânî bir varlık olup cismânî kalble bağlantısı vardır. İnsanın hakîkati bu rûhânî kalbtir. İnsanda anlayışın, ilmin ve irfânın kaynağıdır.
+İmanın, küfrün, sevgi ve nefretin, cesâretin ve korkaklığın, iyilik ve kötülüğün merkezi kabul edilmiştir. Haset, gazap, kin ve nefret gibi kötü duyguların kalbte yer alması gibi Allah korkusu, hilm, takvâ gibi ulvî duygular da kalbte yer almıştır. Kalb bütün zıtlıkların merkezidir.
İnsanın yaratılışında bulunan, vahşet, behîmî duygular, şeytânî duygular ve Rahmânî duygular aynı anda kalpte bulunurlar. Yüce Allah’ın cemâlinin görmek kalbin sıfatıdır. Zira kalb, yüksek bir cevher olan meleklerin cevherinden yaratılmıştır. Yüce Allah’ı bilmek, yani mârifetullah da ancak kalb ile olur.[4] Hulûsi Efendi Hazretleri şöyle buyurur:
Cemâl-i dil-berin âyîne-i zîbâsıdır gönlüm
Zülâl-i Kevser’in bir ka’rı yok deryâsıdır gönlüm
(Benim gönlüm, sevgilinin cemâlinin en güzel aynasıdır. Benim gönlüm, içimi hoş Kevser Suyu’nun dipsiz denizidir.)
Tehî sanman o “küntü kenz”i Hakk’a bir hafî kândır
Maârif dürrünün bir lü’lü’-i lâlâsıdır gönlüm
(Benim gönlümü boş sanmayın, o Hakk’ın “Küntü kenz/Ben gizli bir hazine idim.” hükmüne gizli bir mekândır. O, bilgi incilerinin en parlağıdır.)
“Küntü kenz” ibaresi “Ben (gizli bir) hazine idim.” anlamında olup bir kudsî hadisten nakıs iktibastır. Hadisin tam metni ve anlamı şöyledir: “Ben gizli bir hazine idim, tanınmayı sevdim ve diledim, bilineyim diye âlemi yarattım.”[5] Mutasavvıflara göre yaratılışın sebebi bu hadiste ifade edilmiştir.[6]
Serî es-Sakatî’ye göre Yüce Allah, velîlerinden dünyayı çekip almış, dostlarından uzak tutmuş, sevdiklerinin kalbinden söküp atmıştır. Zâhid nefsini unutup başka şeyle meşgul olduğu zaman hayatı hoş olmaz, tadı kaçar. Ârif ise, Rabb’ini unutup nefsiyle meşgul olursa mutsuz olur. Hulûsi Efendi Hazretleri de gerçek mutluluğun her şeyi unutup sadece sevgiliyi bilmekle mümkün olduğunu işaret eder:
Unut ârif isen yârından özge ilm ü irfânı
Neyi bildinse andan başka hep ilmi cehâlet bil[7]
(İrfân sahibi ârif isen sevgilinin dışındaki ilmi ve irfânı unut, ondan başka öğrendiklerini cehâlet bil.)
Bâyezîd-i Bistâmî’ye ârifin alâmetleri sorulduğunda, “Ârif oturup seninle yemek yer ama senden kaçar, senden satın alıp yine sana satar, (bu esnada) kalbi, gece boyu kudsiyet hareminde üns yastığına konulmuş bir hâlde bulunur.” diyerek cevap vermiştir.
Mutasavvıflar arasında Allah’a erişme yolundaki dört makamdan (şerîat, tarîkat, hakîkat, mârifet) biri olup ancak Allah’ın “ehassü hassi’l-havas” denen en has kullarının eriştiği dördüncü makamdır. Bu makam kulun Hak’la aynîleştiği, Hak’la Hak olduğu makamdır.
Hulûsi Efendi şiirlerinde dört makamdan ve bilhassa mârifetten sık bahseder. Ona göre ehl-i kâmil olabilmek için sahib-i hüsn ü cemâl olmak yetmez, mârifet ehli olmak gerekir. İrfân ehli olmak için de mârifet ilmini tahsil etmek gerekir:
Tahsîl eylemedin ilm-i ma’rifet
Akrân arasında bî-gâne düşdün[8]
(Kulun Hak ile aynîleştiği mârifet ilmini tahsil etmedin, akranların arasında zavallı ve nasipsiz düştün.)
Bâyezîd-i Bistâmî’nin muhabbete dair “Ârifin en mükemmel derecesi, muhabbete yanmasıdır.” ifadesi, bu mânâya işaret etmektedir.
Aşka yan tutuş deme düz yokuş
Yâra var kavuş dervîş ol dervîş
(Aşk yolunda ilerlerken düz yokuş deme, aşk ile yan tutuş; sevgiliye kavuş, derviş ol derviş.)[9]
Ârifler iyanda mekân ararlar, aynda esere kâil olmazlar. Eğer arştan arza kadar birçok zürriyetleri, sayısız tebeası ve nesli ile birlikte yüz bin dem, Cebrâil ve Mikâil (aleyhimasselam) gibi yüz bin mukarreb melek bulunup yokluk sahasından gelip ârifin gönlünün bir köşesine kurulsalar, Hakk’a dair mârifetin vücudu yanında onları mevcut olarak tasavvur etmez, geliş ve gidişlerinden haberi olmaz.
Aksi hâlde ârif, ârif değil, iddiacı biri olur. Baklî’ye göre Bâyezîd-i Bistâmî’nin bu sözleri, ârifin kalbinin genişliğinden haber vermektedir. Rûh madenine meyilli olan kalp, Hakk’ın nazargâhı ve ezelî Cemâl’in aynasıdır.[10] Hulûsi Efendi Hazretleri de aynı hakîkati dillendirir:
Er sâfiyâne bul safâ senden kamu olsun nümâ
Âyîne-i dildeki tâ görünen ol dîdâr ola
(Gönlünü temizleyerek safâ bul ki her şey, bütün ilâhî tecellîler sende görünsün. Gönül aynasında görünen o sevgilinin yüzü olsun.)[11]
Baklî’ye göre kulda müşerref olduğu tecellînin bir emâresi bulunmalıdır. Ârif kul, tecellî gibi bir ikrama ziyâdesiyle lâyıktır. Ârifin müşerref olduğu tecellî ise ârifin yüzünde nûr olarak görülür. Allah’ın iman ehli kulları içerisinde nebî ve velîleri mârifetle şereflenmişlerdir.
Bâyezîd-i Bistâmî âriflerin kalbinin hakîkatinden bahsetmektedir. Zira âriflerin kalpleri Zât-ı Hakk’a açılan pencerelerdir. Öyle ki kulun kalbi sıfât-ı ilâhiyyenin parmakları arasındadır. Hakk’ın sıfatlarında, O’nun sıfatlarını müşâhede eden âriflerin, o sıfatların sahibi olan Zât’tan hicaplı olmaları nasıl beklenir. Mü’min kulun kalbi yakîn gözü ve mükâşefe nuru ile her lahza Hakk’ın Cemâl’ine nazar etmektedir.
Bâyezîd-i Bistâmî’nin zühde bakış açısı dönemin salt “terk” anlayışından farklılaşmaktadır. Hatta onun, söylemleriyle bu anlayışı eleştirdiği söylenebilir. Kendisine zühd hakkında sorulduğunda “… Zühdün bir kıymeti yoktur. Ben zühdde üç gün bulundum.
İlk gün dünyaya, ikinci gün âhirete, üçüncü gün Allah (c.c.)’tan gayri her şeye karşı zâhid oldum.” diyerek, zühdün bir amaç olarak, dünyaya dair haz ve isteklerin terki olarak anlaşılmasını eleştirmektedir. Yine “İlimler arasında ulemânın bilmediği bir ilim, zühd çeşitleri arasında zâhidlerin tanımadıkları bir zühd vardır.” sözüyle, Bâyezîd-i Bistâmî’nin dönemindeki zühd anlayışını eleştirdiği söylenebilir.
Bu bağlamda sûfîlerin meslek edindiği yolda benimsedikleri üslubu izah etmek adına şu sözü örnek verilebilir: “Ârif tayyar, zâhid seyyardır; biri uçar, öbürü yürür.” Hulûsi Efendi Hazretleri aşkın irfâna ulaştırdığını, zühdün istekler bütünü olduğunu ifadesi yukarıdaki açıklamayı desteklemektedir:
Zâhidân ârzû-yı Cennet hûr u gılmân isteyü
Âşıkân seyr-i likâ zevk ü safâsıyla gezer
(Zâhitler, cennet arzusuyla, huri ve gılmân isteyerek gezer. Âşıklar ise sevgilinin yüzünün seyrinin zevk ve neşesiyle gezer.)[12]
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri şöyle buyurur: “Allahu Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki eğer bütün zînetiyle birlikte kendilerine cennet arz edilse, cehennemliklerin cehennemden feryat ettikleri gibi feryat ederler.” Görüldüğü gibi ârifler makamlarının yüceliği ve Allah katındaki değerleri sebebiyle cennet ehlidirler.
Hatta onların cennetteki varlıkları bir anlamda cenneti şereflendirmektedir. Ancak ârifler için asıl mükâfat Hakk’a vuslattır. Bu sebeple cennet ehli kendi makamlarından râzı ve memnun oldukları hâlde, asıl saâdet olan Cemâl-i Hakk müşâhedesinden bir mânâda perdeli hâldedirler.
Bu perdeli olan kimselerin, cennetin nimetleriyle şereflenmekle birlikte avam olarak da tabir edilebilecek bir kesim olduğu düşünülebilir. Zira cennette Cemâl ve daha nice kutlu nimetlerle şereflendirilen, havâs kullar vardır. Ârifleri de bu havâs içerisinde zikredebiliriz.
Daha dünyada Hakk’ın esmâ ve sıfatının tecellîleri ile şereflenen ve hayatı boyunca tek maksat olarak Hakk’a vuslâtı bilmiş olan Hak aşığı ârif için cennet, bir anlamda maksat ve aşkından uzak düşmek demektir. Bu sebeple ârif için cennette olmak, Hakk’tan ayrı kalmak ve bir anlamda cehennem ehliymişçesine azap çekmek mânâsına gelebilir.[13]
Şu rivâyetle yazımızı tamamlayalım: Yahyâ b. Muâz, Bâyezîd-i Bistâmî’yi ziyârete gider. Bâyezîd-i Bistâmî şehir mezarlığında ibâdet etmekte olduğunu duyunca kendisini rahatsız etmeyip sabaha kadar orada bekler. Şeyh bütün gece parmakları ucunda ibâdetle meşgul bir hâldedir.
Sabah olunca kendisine kulak verdiğinde, şeyhin “Şu makamı istemekten sana sığınırım.” dediğini işitir. Sonrasında yanına gidip, şâhit olduğu hâl hakkında sorular sorar. Bâyezîd-i Bistâmî bu soruya, “Yirmi küsur makam sayıp, bize arz ettiler.
Ben ise bu makamları, perdeli olmaları sebebiyle, istemedim.” diyerek cevap verir. Bunun üzerine şeyh neden mârifeti istemediğini sorunca, Bâyezîd-i Bistâmî kendisine susmasını öğütler, zira Allah’ı tanımayı kendi nefsinden dahi kıskandığını ifade eder.[14]
[1] Dilekgül Yüksel, Ruhu’l Beyan’da Peygamber Mucizelerinin Tasavvufî Yorumu, Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2020, s.102.
[2] Yüksel, a.g.e., s. 11-12.
[3] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006, s. 62.
[4] Yüksel, a.g.e., s. 69-70
[5] Acluni, Keşfü'l-Hafâ, II/132.
[6] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Dîvânı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2020, c.2, s. 319.
[7] Ateş, Dîvân, s. 177.
[8] Öztoprak, a.g.e., c.3, s. 387.
[9] Öztoprak, a.g.e., c. 2, s. 99.
[10] Hasan Basri Demir, Bâyezîd-i Bistâmî ve Tasavvuf Anlayışı, İbn Haldun Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2020, s. 68.
[11] Öztoprak, a.g.e., c.1, s. 235.
[12] Öztoprak, a.g.e., c.1, s. 364.
[13] Demir, a.g.e, s.77.
[14] Ferîdüddîn Attar, Evliya Tezkireleri, (Çeviren: Süleyman Uludağ), Semerkand Yayınları, İstanbul, 2018, s. 234-235.
Musa TEKTAŞ
YazarKulsun, aziz bileceksin başkasını daGül de dikeninden usanır...İnsan ne mübārek bir varlık, bozulmadıkçaGüzel ahlâk ile boyanır...Aşağı görme hiç kimseyi, kibre kapılmaKişi yaptığından utanır...Kökümü...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Baştanbaşa sanat, baştanbaşa sır,Sanatçının bir payesi ElhamraHer köşe, her bucak bir anlam taşır,Güzelliğin hoş gayesi Elhamra…Kurtuba’dan Gırnata ’ya uzanan,Sekiz yüz senelik mahzun bir destan,Gemil...
Şair: Halil GÖKKAYA
Tasavvuf tarihi boyunca bütün mutasavvıflar eserlerinde aşk ve muhabbetten söz etmişlerdir. Aslında esas gayeleri, kalbin bir eylemi olan tevhîdi/birliği yaşayarak öğrenmek ve etrafındakilere tavsiye ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
06.02.2023, Saat: 04.17, Yer Darende…Büyük bir zelzele ile uyandık. Bu arada Malatya, Gaziantep, Kilis, K. Maraş ve Elbistan’daki yakınlarımızı ve dostlarımızı arayarak depremin nerelerde hissedildiği...
Yazar: Musa TEKTAŞ