Gönül Coğrafyamızın En İncisi Kırım
İdil (Volga) ile Tuna arası on sekizinci yüzyılın sonuna kadar bir Türk ülkesi olarak kalmış ve birbiri ardından gelmiş Türk kavimlerinin ili olmuştur. Söz konusu sahada Hazar, Bulgar, Altınordu, Kırım, Kazan ve Astarhan adıyla altı hanlık kurulmuştur. Bu geniş sahanın beş nehri; İdil (Volga), Kuban, Don (Ten), Dinyeper (Özi), Dinyester (Turla) hem göçebe hem yerleşik Türk kavimleri için çok büyük önem taşımıştır.
Karadeniz sahillerinde uzun zaman kalan göçebelerin en eskisi Peçenek Türkleridir. Onların arkasından Tork (Uz), takiben Kuman-Kıpçaklar gelmiştir. Peçenekler bir devlet kuramadıkları gibi, kendilerini korumak ve devam ettirmek yoluyla herhangi bir siyasetleri de olmamıştır.
Hatta onlar bir yerde devamlı olarak kalmak için teşebbüste dahi bulunmamışlardır. Mesela Kırım Yarımadası’na yerleşerek, orada güçlenip kalmak yerine, mütemâdiyen Batı’ya yönelmişler; sonunda iç mücadelelerle birbirlerini zayıf düşürmüşler ve Bizans’ın elinde oyuncak olmuşlardır.
Karadeniz’in kuzeyine gelen Türkler içerisinde en kalabalık olup, en çok kalanlar ise Kuman-Kıpçaklardır. Onlar da bir devlet ve imparatorluk kuramamışlardır ve devletleri olmadığı için bir devlet siyaseti de olmamıştır. Dolayısıyla kuzey komşuları Ruslarla ancak küçük menfaatleri icâbı savaşmışlar, ellerinde imkân olduğu hâlde Rusları imhâ etmemişlerdir.
Kumanların büyük bir kısmı Kırım’da yerleşmiş ve burada medenî bakımdan iyileşerek Kırım’ın Türkleşmesinde başlıca rolü oynamışlardır. Kırım’dan başka Kafkasların Türkleşmesinde de Kuman-Kıpçaklar’ın büyük tesiri olmuştur.
Karadeniz’in kuzeyinde, üzerinde önemle durulan bir diğer Türk devleti de Altınordu’dur (Altınorda) ki; Rusya üzerinden 250 yıla yakın hâkim olmuştur. Rus tarihçileri bu hâkimiyete “Tatar Boyunduruğu” derler. Bunların da hanları şahsî ihtiraslar yüzünden, çok küçük hesaplarla birbirlerine girmişler ve devlet siyaseti şuurundan da mahrum oldukları için yok olup gitmişlerdir.
Karadeniz’in kuzeyinde bir Türk devleti olarak 18. yüzyıl sonlarına kadar yaşayan Kırım Hanlığı ise 1478’den itibaren Osmanlı padişahlarının himâyesine girmiş ve bu şekilde hanlığın istikrarı sağlanmış, iç mücadelelerle çökmesi önlenmiştir.
Kırım hanlarından Gazi Giray;
Râyete meyl ederiz kâmet-i dil-cû yerine
Tuğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
diye başlayan gazelinde dünyalar güzeli bir sevgiliyle cihan rûhu, cihangirlik ve gazâ karşılaştırılmaktadır. Gazi Giray şiirinde gönül çeken sevgilinin çağırması yerine kutsal savaş çağrılarına kulak veriyor, o güzelin hoş kokan kâkülleri yerine savaş meydanlarının tuğlarına bel bağlıyor, o gümüş tenli sevgilinin yanı başında yürümek yerine kazâda atlarla yürümeyi tercih ediyor. 1554-1607 tarihleri arasında yaşayan bu Kırım Hanı, Moskova’ya kadar cihat için giden, Moskova önünde yaralandığından dolayı kendisine “Bora “ ve “Ebu’l-Feth” unvanları verilen ve Rusların kendisine “tahtalan” dediği müthiş bir cihangirdir.
Gazelinin son kısmında:
Olmuşuz can ile billâh gazâya teşne
Kanunu düşmen-i dînin içerüz sû yerine
İfâdeleri, zaten kendisini çok güzel anlatmaktadır. Otuz dört yaşındayken Dîvân-ı Hümâyûn tarafından Kırım Hanlığına getirilen, bu makamda iki defa da 20 yıla yakın kalan Gazi Giray, Gürcistan’dan Almanya’ya, Polonya’dan Moskova’ya kadar seferlerde bulunmuştur. Bütün bu sâhibü’s-seyf’lik özelliğinin yanı sıra insanı etkileyen bir diğer tarafı da sanatkârlığı idi. Birinci sınıf bir şair ve Türk mûsikîsindeki büyük bestekârlardan biri olan Gazi Giray, Arapça, Farsça, Çağatay ve Kırım lehçelerinde şiirler yazdığı gibi bahsi geçen bu meşhur gazelini de Osmanlı Türkçesiyle kaleme almış bir sâhib-i kalemdi. [1]
Gazi Giray’ın dîvânından başka Gül ve Bülbül adlı bir mesnevîsi olup gazeli birçok şair tarafından tanzir ve tahmis edilmiştir. “Gazâyî” mahlası ile yazmış olduğu söz konusu gazel, büyük Bestekâr Rauf Yekta Bey’in torunu Yavuz Yekta tarafından rast makamında bestelenmiştir.
Gazi Giray Han’ın kahramanlık gazellerinin yanı sıra, pek mükemmel hicviyeleri de bulunmaktadır ki, Osmanlı’nın kötü gidişini anlatan şu dörtlüğe bakmamız yerinde olacaktır:
Asra-i rezm içre biz kanlar döküp kan ağlarız
Vâdi-i işrette siz cam-ı safâ zevkin sürün!
Bir tedârük olmaz ise gitti elden memleket
İ’timâd etmezseniz etrâf-ı âlemden sorun! [2]
Gazi Giray gibi kudretli hanların yetiştiği Kırım, Osmanlı kültürünün ilmik ilmik dokunduğu bir adres olmuştur. Osmanlı ve Kırımlılar, Rusları her zaman küçük görmüş ve gerekli tedbiri almamıştır. Hanlık, yüzyıllarca hâkim oldukları arazide Kırım Yarımadası’nın kuzeyine çıkamamış ve en azından Özi-Dinyester arasını iskân ederek bir devlet olamamıştır.
Sonuçta önce en medenî olan Kazan Hanlığı başta olmak üzere 1556’da Volga boyundaki Astarhan yoluyla Ruslar, Hazar Denizi’ne ayak basmışlar, on yıl sonra Terek, yani Kafkaslara sokulmuşlardır. Daha sonra Don Nehri yoluyla Rus Kazakları 1637’de Azak Kalesi’ni geçmek suretiyle sahile inmişlerdir. [3]
Sivastopol, Yalta, Kefeli, Bahçesaray, Gözleve şehirleriyle bir Türk diyarı olan Kırım’ın alâmet-i fârikası, Bahçesaray şehri ve sarayıdır. “Tatar Elhamrâsı” da denilen Bahçesaray, Topkapı Sarayı’nın Kırım’daki şirin bir uzantısıdır. Hacı Giray’ın öncülüğünde kurulan, Mengli Giray, Selim Giray ve Selâmet Giray’ın katkılarıyla gelişen Bahçesaray Rusya’da Doğu mimarisinin bir örneği olarak korunmuş ve “Gözyaşı Çeşmesi” Puşkin’in aynı isimli şiiriyle tanınmıştır.[4]
Odesa, yani Hocabey, tarih boyunca Rusya Müslümanlarının hac noktası olmuştur. Hâlâ hac konaklama merkezi Osmanlı tuğralarıyla, kitâbeleriyle duruyor.[5] Akkerman’la birlikte Kılburun, Kili kaleleri Bucak bölgesinin önemli stratejik mevkileri ile bir Türk diyarıdır.
Bugün minaresi ayakta kalmasa da İsmail Camii, 1790-91’deki çatışmaların kanlı izlerini hâlâ taşıyan Tuna kıyısında ihtişamıyla ziyaretçilerini beklemektedir.[6] Yapuk Gölü’nün kıyısındaki Balkara köyü Gagavuz Türklerinin yerleşim merkezi. Gölün karşısında Gagavuz Türklerinin kalesi Kili bulunmaktadır.[7]
Kırım’ın Tatar’ı oldukça meşhurdur. Tatar aynı zamanda günümüz postacısının da atasıdır. Osmanlılarda postacı-kurye işini ata iyi bindiklerinden dolayı Tatarlar yapmışlardır. Tatar’ın en önemli yiyeceklerinden bir tanesi çiğ börektir ki, zaten “Tatarböreği” olarak bilinir. Türkçede az pişmiş ete de “tatarî” (Tatara ait) denir.[8]
Kırım Hanları iç işlerinde müstakil olup kendi adlarına hutbe okuturlardı. 1584 senesinden itibaren Osmanlı sultanının da adı halîfe sıfatıyla okunmaya başlandı. Bahçesaray’da Kırım Hanının başkanlığında dîvân toplanır, dîvânhâneye “görünüş” denilir.
Vezirler toplantıya girmeden önce dışarıda bulunan bozadan bardak bardak içerler, bu şekilde içerde rahatça konuşurlar, sözlerini esirgemezlerdi. Müzâkereden sonra yemek yenir, yemekte mutlaka tay eti bulunurdu. Savaş sırasında ise bir Kırım tatar askerinin atı ve silahı yanında, yiyeceği kavrulmuş darı ile keş, yani yoğurt kurusundan ibaretti.
Bundan dolayı ordu ağırlık taşımaz, muhâsara ile uğraşmaz, akın ve hücumlarda etkili olurdu. Evliya Çelebi’ye göre bir Kırım savaşçısı üç at ile gelirdi. Birine biner, birini aç kalırsa yemek için saklar, diğerini ise dönüşte ganimet taşımak için getirirdi. [9]
Rusya, Ukrayna’yı ve Kırım’ı kendi nüfuzu altında tutmak için asırlar boyunca özel bir çaba gösterdi. Kırım’ın Osmanlı’dan koparılması ve Türklerin güneye doğru geriletilmesi bu hedef doğrultusundaki ilk başarılarıydı. Ardından Avrupa güçlerinin Ukrayna’ya müdâhaleleri engellendi.
Hatta Ukrayna’da Rus hâkimiyetinin sağlanabilmesi için 19. ve 20. yüzyıllar boyunca Ukraynalılar (ve Türkler) Sibirya ve Orta Asya gibi bölgelere göçe yönlendirilerek, yerlerine Ruslar ve diğer etnik gruplar yerleştirildi.
Kırım’da yetişen Sünbüliyye Tarîkatı şeyhi Alâeddin b. Muslihuddin Mustafa (ö. 970/1562-63), Kırım'ın Kefe şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Şeyh Muslihuddin Mustafa Efendi, daha önce kaydedilen bazı zevât gibi “gılmân-ı hâssa”dandır.
Daha sonra Yeniçeri zümresine katılıp orada belli bir rütbeye eriştiği halde makamını terk etmiş ve tasavvuf yoluna girerek Alâeddin Rûmî'nin (Ali Halvetî) halîfelerinden Molla Aliyyü’l-Arabî'nin yanında tarîkatını ikmâl etmiştir. Alâeddin Efendi, memleketinde ilmini ikmâl ettikten sonra İstanbul’a gelerek Sünbül Sinan Efendi’nin huzuruna girmiş ve yanında sülûkunu tamamlamıştır.
Daha sonra Kefe'ye gitmiş ve burada bulunan Kasım Paşa Zâviyesi’nde posta oturarak vefatına kadar irşatla meşgul olmuştur.
Aslen kırımlı olan Selîm Dîvâne, şöhretli bir Kâdirî şeyhidir. Gençlik yıllarında İstanbul’a gelen Şeyh Selîm Dîvâne, burada medrese tahsili yapmış, mezuniyetinden sonra Bosna’ya kadı olarak tayin edilmiştir.[10] Bu vazifesi sırasında tanıdığı Şeyh Muhammed Efendi adında bir mürşide intisâbederek kadılıktan ayrılmıştır.
Kısa bir müddet sonra Muhammed Efendi vefat edince, Selîm Dîvâne, Kesriye’de bulunan Kâdirî mürşidlerinden Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi’ye bağlanmıştır.[11] O bu intisâbını şiirinde şu şekilde beyan etmektedir:
Cihânda kutbu’l-aktâb
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû
Allah’ın mazhar-ı tâmmı
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû
Deryâ-yı vahdet dürrüdür
Abdülkâdir’in sırrıdır
İsm-i a’zam virdidir
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû
Gönlüne giren şâd olur
Cümle gamdan âzâd olur
Alimallah üstâd olur
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû
Baş açık gezdim cihânı
Bulmadım böyle sultânı
Bundadır sırr-ı Geylânî
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû
Bir nazar kılsa bir câna
İrgürür anı cânâna
Vuslat bulur ol sübhâna
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû
Bilmedim kadrin n’ideyim
Pâyine yüzüm süreyim
Afvetsin cürmüm dileyim
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû
Mürşidim cânânım oldur
Söyler dilim cânım oldur
Kuluyum sultânım oldur
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû
Selîm-i Dîvâne’ye meded
Andan erdi kalmadı derd
İsmi olsun dilimde vird
Hüseyin sultân hû kâmil insân hû[12]
Sivasiyye Tarîkatı’ndan Kırımlı Cârullah Efendi (ö.1058/1648), Nûrî Efendi'ye uzun süre hizmet etmiş ve tahsîl-i âdâb ve tekmîl-i tarîkat ederek hilâfete nâil olmuş ve irşat için memleketine gönderilmiştir. Ârif ve âbid bir zât olan Cârullah Efendi, katıldığı bir savaşta 1058/1648 yılında şehit olmuştur.[13]
Bir diğer Kırımlı sûfî Muhammed Fakrî Efendi (ö.?), Hasan Sezâî Efendi’nin halîfesidir. Ayrıca o Şeyh Hâmid Kırımî vasıtasıyla Halvetîliğin Cemâlîlik koluna da intisâbetmiş ve hilâfet almıştır. Abdullah el-Ensârî’nin Menâzilü’s-sâirîn adlı eserini tercüme etmiştir.[14]
Kırımlı Tatar Ahmet Efendi (ö.1156 /1743-44) Eyüp Ayvansaray’daki Emir Buhârî Tekkesi’nin dokuzuncu sırada postnişîni olmuştur.
Süleymaniye Câmii vaizlerinden Kırımlı Derviş Efendi (ö.1031/1622)[15], Kırım harbine katılan Ahmed Âmiş Efendi (1807-1920) ise bizlere Kırım sevdasını hatırlatan bir diğer güçlü değerdir.
Gönül coğrafyamızın incisi olarak Kırım, tarihi, kültürü, edebiyatı, sanatı, şehirleri, halkları ve şah eserleriyle kadîm geleneğimizin güçlü bir parçasıdır. Gönül coğrafyamızla irtibat kurmak, oralardaki ayakta kalan eserlerimizin yaşamasını sağlamak, bizleri bekleyen Kırım Tatarlarıyla ve Gagavuz Türkleriyle gönül bağını güçlendirmek bir vefâ borcudur.
[1] Haluk Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, Timaş Yayınları, 6. Baskı, İstanbul 2016, s. 189-190.
[2] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 191-192.
[3] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 179-180.
[4] Haluk Dursun, Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk, Timaş Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2017, s. 205.
[5] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 170.
[6] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 171.
[7] Dursun, Nil’den Tuna’ya Osmanlı, s. 184.
[8] Dursun, Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk, s. 205.
[9] Dursun, Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk, s. 206-207.
[10] Kırımlı Şeyh Selîm Dîvâne, Vahdet-i Vücûda Dair Âriflerin Delîli ve Müşkillerin Anahtarı Burhânü’l-Ârifîn Necâtü’l-Gâfilîn Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn Âdâbu Tarîki’l-Vâsilîn, haz. Mustafa Tatcı & Halil Çeltik, H Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2019, s. 1.
[11] Dîvâne, Âriflerin Delîli, s. 1-2.
[12] Dîvâne, Âriflerin Delîli, s. 11-12.
[13] İbrahim Baz, Abdülehad Nuri-i Sivasi Hayatı Eserleri Görüşleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 210.
[14] Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. Yüzyıl), İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 218.
[15] Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî Yahud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, Matbaa-i Âmire 1308, c. II, s. 330.
Kadir ÖZKÖSE
YazarAfrika coğrafyası geçmişten günümüze pek çok tarîkatın etkinliğine sahne olmaktadır. Afrika’da tarîkatlar hayatın bir gerçeğidir. İslâm’ın yayılması ve yaşaması tarîkatların bizzat öncülük etmesiyle g...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yûnus Emre’nin üzerinde durduğu en temel konu birlik ve beraberlik rûhudur. Birlikten güç doğacağını, acıların giderilmesi ve tatlılıkların paylaşılması husûsunda ortak hareket edilmesi, yüreklerin or...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Hastalık, salgın, yoksulluk, savaş ve çatışma ortamlarıyla ölüm oranlarının hızla arttığı bir dönemde yaşayan Yunus Emre, ölüm temasını öncelikli olarak ele almış, özellikle genç yaşta ölenleri anıp ş...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
6 Şubat sabahı asrın felaketini yaşadık. Bu topraklar çok acılar gördü. Ama böylesi büyük bir felâket yaşanmadı. Kıyâmeti yaşadık. Bir şehir, bir belde veya bir noktada değil, çok geniş sahada büyük y...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE