Ediplerimizin Hatıralarına Sahip Çıkmalıyız
Vefa bize en çok yakışan his. Kadirbilir olmak hem inancımızın gereği hem de insanlığımızın icabıdır. Bir insan geçmişine sahip çıkıyorsa, mazisiyle irtibatını kesmiyorsa ve bilhassa değerlerine her zaman alaka duyuyorsa işte o kişi takdire şayandır ve hürmete lâyıktır.
Şüphesiz yaşayan abide şahsiyetlere de her zaman sahip çıkılmalıdır. Onlar için saygı ve şükran programları yapılmalı, mekânlarında, evlerinde sık sık ziyaret edilmeli ve yaptıkları hizmetler için kendilerine teşekkür edilmelidir. Bunu şükürler olsun ki son 20-30 yıl içinde gerçekleştirmeye başladık.
Başta İstanbul olmak üzere Anadolu’muzun birçok şehrinde bu kabil faaliyetleri görüyor, duyuyoruz. Elbette bu vefa hissi öncelikle bize, sonra da çocuklarımıza, yakınlarımıza lazımdır. Vefalı bir babanın oğlu da vefalı olur. Akrabalarını, komşularını, yakınlarını asla unutmaz. Peki ya vefat edip gidenlere nasıl vefa göstereceğiz? İşte asıl vefa vazifesi budur. Dünya ile alakasını kesmiş olan kıymetlerimizle irtibatımızı koparamayız. Zira onların üstümüzde hakları vardır. İsimlerini muhtelif mahfillerde anmalı, meclislerde zikretmeliyiz. Bilhassa eseri olan büyüklerimizin kitaplarını önce biz okumalı, sonra da yeni nesillere okutmalıyız. Böylelikle vazifemizi hakkıyla yapmış oluruz.
Ediplerimizin, şairlerimizin, sanatkârlarımızın mezarlarına sahip çıkabiliyor muyuz? Bu konuda şükürler olsun ki geçmişe göre ciddi bir uyanış var. Artık vefat etmiş büyüklerimizi mezarları başında da yâd ediyor, ruhlarına Fatihalar okuyor, dualar ediyoruz. Üstelik bu hareket tarzı, “Mezarlıkları ibret için ziyaret ediniz.” hadisi şerifine de uygun bir davranış şeklidir. Fakat kabul edelim ki ahiret yolculuğuna çıkmış olan bütün değerlerimize aynı oranda sahip çıkmıyoruz.
Bu mevzuda iyi misaller olduğu gibi kötü örneklere de sahibiz. Hiç ziyaret etmediğimiz için kabir yerlerini bilemediğimiz, izlerini kaybettiğimiz nice büyüğümüz var. Bazı kültür-sanat vakıflarının mensupları bile zaman oluyor ki o vakfa hizmet etmiş olan zatların mezar yerini bilmiyor. Çünkü hiç ziyaret etmemiş, başına gidip dua etmemiş. Hâlbuki bilinmeli, bilmeyenlere de öğretilmelidir o yerler.
Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nda iken her yılın 1 Ekim’inde vefat yıldönümü dolayısıyla Safiye Erol’un mezarı başında buluşur ve ruhuna dua ederdik. O senelerce gidiş ve gelişlerin en büyük faydası şu oldu: Daha önce yazarımızın çok az kişi tarafından bilinen mezar yeri, bugün yüzlerce okuyucusu ve seveni tarafından biliniyor.
Gazetecilik yıllarımda Eyüpsultan’da kayıp olduğunu öğrendiğim Ahmet Haşim ile Ziya Osman Saba mezarları için bir araştırmada bulunmuştum. Bu görevi de merhum büyüğümüz Şeyhülmuharririn Ahmet Kabaklı Hoca vermişti. Şükürler olsun Ahmet Haşim’in mezarını o araştırma esnasında bulmuştuk. O kabir yeri bugün restore edilmiş hâliyle ziyarete açık bulunuyor. Ama Ziya Osman Saba’nın kabri hâlâ kayıp. Çünkü hiç kimse bilmiyor. Ziyaret edilmeyince de unutulup gidiyor.
Bu sonuç, hepimiz için hem büyük bir ayıp, hem de bir vebal aynı zamanda. Geçenlerde bazı öğretmenlerimize verdiğim Yazı Editörlük ve Medya kursumda hocalarımıza dedim ki: “Lütfen ara sıra öğrencilerinizi alın Merkezefendi, Eyüpsultan, Karacaahmet, Edirnekapı Şehitliği gibi tarihî kabristanlara götürün. Oralarda Abdülhak Şinasi Hisar’ın, Sâmiha Ayverdi’nin, Necip Fazıl Kısakürek’in, Ahmet Kabaklı’nın, Mustafa Miyasoğlu’nun, Cemil Meriç’in, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun, Peyami Safa’nın, Mehmed Âkif’in, Süleyman Nazif’in mezarlarını ziyaret edin. Göreceksiniz ki bu seyahat, öğrencilerin dünyasında unutulmayacak bir hizmet olacaktır.”
Evet, maalesef bazen ölülerimizi unutuyoruz. Sanki biz hiç ölmeyecekmişiz gibi. Hâlbuki büyük şairimiz Yahya Kemal ne demişti: “Biz ölülerimizle varız.” İnşallah bu şuur yavaş yavaş uyanır.
Aslında bu konuda birçok edibimizin farklı zamanlarda kaleme aldıkları yazılar vardır. Bunlar da araştırılmalı ve bir araya getirilmelidir. Mesela Peyami Safa bir yazısında, vefat yıldönümü dolayısıyla Ahmet Haşim’in Eyüpsultan’daki mezarını uzun süre aradıklarını ancak bulamadıklarını, sonradan yerini tespit edebildiklerini söylüyor. Ne acı bir durum değil mi? Modern şiirimizin en büyük simalarından Ahmet Haşim’in mezar yerini, Cumhuriyet Devri’nin en büyük romancısı Peyami Safa bile bilmiyor. Zira gidip gelinmemiş ve kabir yerleri unutuluvermiş. Allah bize kültürel hafıza eksikliği vermesin. Âmin.
Başta Resimli Türk Edebiyatı Tarihi ve Türkçenin Sırları olmak üzere diğer bütün eserleri ve yazılarıyla öncülük etmiş olan, Türkçemize ve Yahya Kemal’imize sahip çıkmış bulunan merhum Nihad Sâmi Banarlı da bu konuda oldukça dertli. Banarlı’nın Bir Dağdan Bir Dağa kitabına da alınan bir yazısı vardır: “Affedilmez Bir İhmal” başlığıyla 24 Eylül 1960 tarihinde Hürriyet gazetesinde çıkan bu yazı, çok anlamlı ve ibret vericidir. Banarlı yazısına şöyle başlıyor:
“Bir mecmuada haklı bir şikâyet okudum: Faziletli bir zat, adını da bildirmeyerek, günümüzün hazin bir ihmâlini söylüyor:
Mevzû, Yahyâ Kemal’in mezarına gösterilen kayıtsızlıktır. Asrımızın bu en büyük millî şairinin, henüz yapılmamış mezarı son aylarda yapılamayacak hâle girmiştir. Çünkü bu mezarın etrafında evvelce 2,5x4,5 ebadında yer varken, şimdi her iki yanına taze ölüler gömülmek suretiyle bu yer, ancak bir mezar taşı dikilebilecek bir darlıkta kalmıştır.
Orada yurdumuzun en büyüklerinden birinin yattığından habersiz ilgililer, bu beklenmez ve hazin hatayı işlemişlerdir.”
Banarlı yazısına devam ediyor:
“Bu vatanda şanına layık bir türbesi; çiçekli bir bahçe manzarasında mezarı olmak gereken Yahyâ Kemal için, daracık bir yerde, sade bir mezar taşı dikmek?.. Bir zengin ölüler mezarlığında ve bir mermer saltanatının ortasında Yahyâ Kemâl’in mezarını, ötekiler arasında kaybolmuş bir şekilde görmek… Bu, bizim öteden beri fikir ve sanat büyüklerimize karşı yaptığımız tarihî hatanın yeni tecellisidir.
Hâlbuki ‘Rindlerin Ölümü’ şiirinde Yahyâ Kemal: ‘Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış…’ derken ve ‘Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde.’ diye düşünürken büyük bir şairin mezarını bir bahçe içinde, ferah bir uhrevî dekorla çevrili, bir bahar ülkesi atmosferinde tahayyül eder. Böyle bir şairin, kendi mezarının da öyle ferah bir yerde, bir ahiret bahçesi hayâlinde olması gerekirdi.
Gerçi bizim ölüm mimarimiz ve bütün mezarlıklarımız bu ahret bahçesi ruhanîliği içindedir. Fakat gönül, Yahyâ Kemal için yine de özel bir mezar, servili ve çiçekli bir bahçede bir açık türbe özlüyor.”[1]
Banarlı’nın yazısı bu minval üzere uzayıp gidiyor. Ne kadar haklı değil mi? Özetle ölülerimize hürmet etmeli, onların hatırasına saygı duymalı ve onları asla unutmamalıyız diyor. Daha ne desin?
Konuyla alakalı olarak yaşadığım ve unutamadığım hadiseler çok. Hepsini burada anlatmak uzun sürer. Onun için çarpıcı bir mezarlık hatırası ile bu mevzuyu tamamlamaya çalışayım.
Yıllar önce idi. Sanıyorum vefatının 40. yılı münasebetiyle büyük muharririmiz, romancımız ve İstanbul yazarı Abdülhak Şinasi Hisar hakkında ESKADER olarak “Bâbıâli Sohbetleri”nde bir toplantı tertip etmiştik. Toplantının sonunda demiştim ki: “Yarın Cuma. İyi ki bu toplantıyı düzenledik ve kıymetli yazarımızı rahmetle andık, fikirleri, eserleri, hatıraları dile getirildi. Yalnız bizim dinî geleneğimizde bir de mezarlık ziyaretleri vardır. İsterseniz yarın Abdülhak Şinasi Hisar üstadımızı bir de Merkezefendi Mezarlığı’ndaki kabri başında analım. Ruhuna orada da Fatiha okuyup kendisine dua edelim. Ne dersiniz?” Bu teklifim büyük bir heyecan uyandırdı, tasvip gördü. Dinleyicilerin bir kısmı da, “Çok iyi olur, zaten mezar yerini bilmiyorduk. Bu vesile ile öğrenmiş oluruz.” dediler.
Ertesi günü kararlaştırdığımız yere, yani Merkezefendi Camii’nin önüne saat 11.00’de gittim. Toplantımıza iştirak edenlerden geleceğini ümit ettiğim kalabalığı göremedim. Hikâyeci ağabeyimiz Şerif Aydemir ile bir arkadaş daha gelmişti. “Eh artık üç kişi de olsak, biz de küçük bir cemaat sayılırız, ziyaretimizi yapalım.” deyip mezarlığın içine daldık. Bu arada cami avlusunda birine kabir yerini sormuştuk, bilmediğini söylemişti. Herkes bilemez tabii ama herhâlde içeride levhalar vardır, buluruz ümidiyle bir bahçeyi andıran mezarlığı dolaşmaya başladık. Bakıyoruz ama yok, hiçbir yerde izini göremiyoruz. Hiçbir yerde levha yok. Mezarlıkta kimse de yok ki soralım.
Üçümüz bir hayli zaman araştırmada bulunduk ama amacımıza ulaşamadık. Başka tanıdıklarımızın kabirlerini görüyor ama Hisar’ın yerini bulamıyorduk. Artık ümidimizi kesmeye başlamıştık. Tam ikinci kapıdan çıkacağımız sırada bir kulübe gördüm. Orada bir mezarlık memuru vardı. Heyecana kapıldım ve dostlara “Belki buradaki memur bilebilir, ona da soralım.” diye yanaştım. Arkadaşlarım ümitsizdi ama yine de selam verip sordum: “Bu mezarlıkta Abdülhak Şinasi Hisar adında bir yazar yatıyormuş. Mezar yerini biliyor musunuz?” Üçümüzü de sevince boğan bir cevabı anında aldık: “İşte şu önümüzdeki çeşmenin hemen arkasında!”
Bir koşu çeşmeye vardık, arkasına baktık. Bir de ne görelim… Boğaziçi Mehtapları’nın o zarif ve nahif yazarının kabir taşı düşmüş toprağa yapışmış. Yani mezar olduğu anlaşılmıyor bile. Yanında bir çöp kutusu, oradan da sinekler uçuşuyor. Aman Allah’ım, büyük İstanbul yazarı Abdülhak Şinasi Hisar’a reva gördüğümüz muamele böyle mi olmalıydı? Vefasızlığımız ne kadar acı? Ondan sonra da kitaplarını okur, herkese tavsiye ederiz: “Türkçeyi en güzel kullanan yazarlarımızdan biri de Abdülhak Şinasi Hisar’dır.” diye. Elbette eserlerini okuyalım, kitaplarını çocuklarımıza, gençlerimize okutalım ama mezarı, hatırası ne olacak?
Neyse bu hüzün içinde biz yine de dualarımızı ettik, romancımıza rahmet diledik. Görevimizi tamamlayalım diye derhal Zeytinburnu Belediye Başkanlığı’nı ziyaret ettik. Durumu arz edip malumat verdik. Sağ olsun o zamanki Belediye Başkanı Murat Aydın Bey ilgilendi. Mezar taşı ayağa kaldırıldı, restore edildi ve üstüne çiçekler ekildi. Yazısı da tazelendi.
Şimdi Merkezefendi Mezarlığı’nda merhum Necmettin Erbakan’ın kabrinin hemen yanında Abdülhak Şinasi Hisar’ın kabir yeri hemen dikkat çekiyor. Daha bunun gibi nice örnekler var. Mevzu uzun, acı büyük ama ümitsizliğe kapılmak da doğru değil. Azimli, idealist birkaç kişi bile bir mezarlığı abat etmeye yeter. Yeter ki bu asli görevlerimizi de ihmal etmeyelim, kayıp mezarları arayıp bulalım, onları ayağa kaldırıp ihya edelim. Doğrusu bu hayırlı ve anlamlı görev de inanan insanlara çok yakışıyor. Ne dersiniz yaşadığımız şehirde, ilçede veya kasabada bu cumadan tezi yok mezar ziyaretlerimize başlayalım mı?
[1] Bir Dağdan Bir Dağa, Nihad Sâmi Banarlı, Kubbealtı Neşriyatı, 3. Baskı, İstanbul 2014, s. 133-134.
Mehmet Nuri YARDIM
Yazarİslâm ahlâkının temel kaynağı Kur’an-ı Kerim ve onun ışığında oluşan sünnet-i seniyedir. Nitekim Hazreti Âişe Annemiz, bir soru münasebetiyle Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in ahlâkının Kur’an ahlâkı ol...
Yazar: Aydın BAŞAR
Beraberlik üzre divan kuruldu,Ak yürekler kutlu köse vuruldu,Yürekle kös birleştiler,Acep neler söyleştiler?Dağlar dize gelsin, eğilsin zaman,Birleşti yürekler dağılsın duman,Ümmetin ufkunda atmaktadı...
Şair: Bestami YAZGAN
Çocukluk yıllarımızdan itibâren Tarık bin Ziyad bizim için diğer İslâm kahramanları gibi öncüydü ve büyük fetihlerin efsâne komutanıydı. Sonra bir fetret döneminde hem bu yiğit öncüyü hem de Endülüs r...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
Çağlar öncesinden gelen,İşlenerek altın olan,Gönül tahtına kurulanDilde açan gül Türkçemiz,Gidilecek yol Türkçemiz.Milletimin şah damarı,Yüce devletin çınarı,Soylu sevdalar pınarı;Dilde açan gül Türkç...
Şair: Yusuf DURSUN