Duâyı Hayatın Merkezine Koymak
Bazen öyle daralır, öyle sıkışırız ki; sığınacak, derdimizi dökecek ve gözyaşlarımızı yanında rahatça akıtacağımız biri ararız. Böylesi durumlarda en rahat sığınacağımız, sıkıntımızı rahatça arz edebileceğimiz, gözyaşlarımızı bir kayda tâbi tutmadan akıtabileceğimiz yegâne zat Allah’tır.
O, bizden öncekilerde olduğu gibi, bizleri de merhamet ve şefkatiyle huzuruna kabul eder ve duâmızla birlikte bizlere yönelir. Onun huzurunda derdimizi açtığımızda, içimizi döktüğümüzde rahatlarız; sırrımız onunla aramızda kalacağı için bir endişeye de kapılmayız.
Şüphesiz duâ kulun Allah’a en yakın olduğu zamanlardan biridir. Çünkü kul duâda Allah ile doğrudan iletişime geçer. Arada herhangi birini bulundurmadan gönlünden geldiğince içini döker ve ondan yardım diler. Duâda bir başkasını kandırma, gösteriş gibi hususlar yer almadığından, yalvarmanın ardından oluşan iç huzur, kişiyi mutlu eder, rabbine münâcât etmenin verdiği haz, tarifi imkânsız rahatlama sağlar.
Kullarının kendisine yönelmesine ne kadar ihtiyaçları olduğunu bilen Allah, ona yönelerek duâ etmemizi, derdimizi ve sorunlarımızı açmamızı ve ondan yardım dilememizi ister. Bir âyette şöyle buyurur: “Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim.”[1] Hz. Peygamber (s.a.v.) de bir hadislerinde şöyle buyururlar: “Allah’ın fadl u kereminden (geniş hazînesinden) isteyin. Zira Allah kendisinden istenmesini sever.”[2]
Peygamberimiz duâyı tavsiye ettiği gibi, hayatının hemen hemen her diliminde Allah’ı hatırlayarak ona duâ ederdi. Evine girip çıkarken, yemek yiyince, yeni bir elbise giyince, turfanda bir meyve tadınca, yolculuğa çıkarken velhasıl hayatının her karesinde Allah’ı aklına getirir ve ona münâcâtta bulunurdu. O böyle yaparak hem Allah’ı aklından çıkarmaz, hem de her vakit ona olan ihtiyacını ve kulluğunu arz ederdi.
Bu sebeple, sıkıntılı anlarımızda Allah’ın duâlarımıza yönelmesini istiyorsak, derdimiz olmadığı zamanlarda da Allah’ı unutmamalıyız. Her hâlükârda ona şükran ve hamdimizi arz etmeliyiz. Bunu yaparsak, başımız sıkıştığında ona yönelmeye yüzümüz olur. Bu hususa değinen Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Kim, üzüntüler ve güçlüklerde duâsının kabul olunmasını isterse, bolluk ve mutluluk zamanlarında çok, çok duâ etsin.”[3]
İki Temel Şart
Duânın kabul edilmesi için önemli iki hususun yerine getirilmesi gerekmektedir:
Birincisi, duânın içten yapılmasıdır: Allah’a yönelerek yapılan her şey bir ibâdet olduğundan duâ da ibâdettir. Bu sebeple samîmî yapılması gerekir. İnsan Allah’ın huzurunda olduğunu bilmeli ve yaratanına bütün kalbiyle yönelmelidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) “Kabul olunmayan duâdan Allah’a sığınırım.”[4] buyurmaktadır.
Bununla herhalde, kişinin kendisini vermeden, gelişigüzel yaptığı duâyı kastetmektedir. Ebeveynler çocuklarından yapmalarını istedikleri işleri çocukları isteksiz ve gelişigüzel yaptığında nasıl rahatsız oluyorlarsa, Allah da gönülden yapılmayan duâlardan elbette memnun olmayacaktır.
Dolayısıyla kul gerçekten Allah’tan bir şey istiyorsa, bunun gereğini yerine getirmelidir. Yaptığı duâdan habersiz olmamalıdır. Ağzından dökülen ifadeleri gönlü dinlemelidir. Ezberlediği birkaç cümleyi tekrar etmekten kaçınmalı, Allah’tan gerçekten istemelidir.
Duânın kabul edilmesi için gerekli olan ikinci önemli şart ise, insanın haram lokmadan kaçınmasıdır. Başkalarının mallarını haksız yere zimmetine geçirmekten, kamu hakkını sahiplenmekten uzak durmalıdır. Hayatını haram yollardan kazanmakla geçiren, çoluk çocuğunu helal olmayan gıdayla besleyen insanların yapacakları duâ elbette kabul olunmaz.
Zaten böyle bir insan içten duâ da edemez, duâsının kabul edilmeyeceğini de bilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar: “Bir kimse uzun bir sefere çıkar. Saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir hâlde, ellerini semaya kaldırarak, ’Yâ Rabbi, yâ Rabbi!’ diyerek duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, beslendiği şeyler haramdır. Böyle bir kimsenin duâsı nasıl kabul edilir?”[5]
Allah’a gerçekten gönülden yaptığımız bazı duâlarımızın kabul edildiğini ve arzumuzun gerçekleştiğini gördüğümüz çok olmuştur. Bunun yanında, bazı duâlarımızın gerçekleşmediğine de şahit olmuşuzdur. Böyle durumlarda acaba duâlarımız kabul olmadı mı gibi bir şüphe aklımıza takılabilir.
Bu hususta şunları söyleyebiliriz: Duâ bir ibâdettir. Bunun sevabı âhirette verilecektir. Asıl olan bu ibâdeti yerine getirmektir. Ayrıca istediğimiz şey bizim için hayırlı olmayabilir. Çünkü biz yerine getirilmesini istediğimiz ihtiyacımızın ileriki hayatımızda hayırlı olup olmadığını bilemeyiz.
Hayırlı zannettiğimiz şey tam tersi bir duruma dönebilir. Dolayısıyla Allah bizlerin duâsını yine bizlerin iyiliği için kabul etmeyebilir. Bize gerekli olan duâya devam etmektir. İhtiyaç sahibi bizler, ihtiyacın arz edileceği kapı da Allah’ın huzuru olduğuna göre, bizlere düşen devamlı niyaz etmektir. Nitekim Hz. Ömer şöyle demiştir: “Ben duâmın kabul edilip edilmemesinin ıstırabını çekmiyorum. Duâya devam edememenin ıstırabını taşıyorum.”
Rabb’imizin Kabul Ettiği duâlar
Hz. Peygamber (s.av.) makbul olan bazı duâları bizlere açıklamıştır. Bunların dördü şunlardır: Bir Müslümanın başka bir Müslümanın arkasından yaptığı duâ. Ebeveynin çocukları için yaptığı duâ. Misafirin ev sahibi için yaptığı duâ. Mazlumun duâsı.
Müslümanın bir başka Müslümanın gıyabında yapmış olduğu duâ, o insan orada bulunmadığından dolayı gerçekten samîmiyetle yapılan bir duâdır. Ayrıca başkasının onu Allah’a hayırla anması iyi bir insan olduğunu da gösterir.
Ebeveynin yapmış olduğu duâya gelince, bir insan için anne babasından daha samîmî ve içten duâ eden insan bulunamaz. Onların duâlarında hiçbir gösteriş yoktur. Tamamen gönüllerinden gelerek duâ ederler ve çocuklarının her zaman hayrını isterler. Allah da, anne babasını memnun etmiş, onlara elinden gelen hizmeti göstermiş, incitmemeye çalışmış, yaşlılıklarında hizmetlerine koşmuş, gerektiğinde sırtında bile taşımış evlat için yapılan duâyı kabul eder.
Misafir de evinde kendisine ikram edip ağırlayan, en iyi yemeklerle sofra kuran, malından fedakârlık eden, rahat ettirmeye çalışan, memnun ettirmek için elinden gelen hizmeti yapan ev sahibinden duyduğu memnuniyeti Allah’a arz eder, onun iyiliğini ister. Allah da bu duâyı kabul eder.
Mazlumun duâsına gelince, gördüğü zulüm sebebiyle yaptığı duâ kalbinin derinliklerinden gelir. Duâsı gözyaşlarına karışır çoğu kez. Duâsıyla Allah arasında bir perde olmaz. Âhı çoğu zaman kendisine zulmedeni dünyada yakalar. Atalarımızın dediği gibi, hiç kimsenin âhı yerde kalmaz. Etrafımızda nice insanlar görürüz, güçsüz ve zayıf insanları ezen. Ama bir müddet sonra hiç ummadıkları bir yerden çok sert bir darbe yiyerek yere yıkılırlar. Zira su testisi su yolunda kırılır.
Gönülden Allah’a yakardığımızda onu çok yakınımızda bulacağız. Bizi dinlediğini, ona ulaştığımızı hissedeceğiz. Allah’a bu derece yakın olmanın hazzını tattıktan sonra ona yakarmak bizler için tarifi imkânsız bir mutluluk olacaktır. Hz. Peygamberin şu duâsı hem sözleri hem de nasıl bir ömür sürmemiz gerektiğini ortaya koyması açısından çok güzeldir:
“Allahım! Senden her işte sebat etmeyi, takvâya gayretli olmayı, nimetine şükretmeyi, güzel ibâdet etmeyi, doğru bir lisana ve temiz bir kalbe sahip olmayı dilerim. Senin bildiğin bütün kötülüklerden sana sığınırım. Senin bildiğin bütün hayırları diler, senin bildiğin günahlardan sana sığınırım. Muhakkak ki sen bütün gizli şeyleri çok iyi bilensin.”[6]
Burada aklımıza, çok duâ etmemize rağmen dünyanın pek çok yerinde ve meselâ Filistin’deki Müslüman kardeşlerimizin durumlarında bir değişiklik olmadığı gelebilir. Bu son derece yerinde bir endişedir. Ancak unutmamak gerekir ki, Müslümanların üzerine duâ yanında düşen bir sorumluluk vardır. O da yükümlülüklerini yerine getirmeleri.
Her tarafı Müslümanlarca kuşatılmış ve İslam coğrafyasının tam göbeğinde kondurulmuş küçücük bir devlet, cendere altına aldığı mazlumların hayatlarına kastediyor, onlara kan kusturuyor ve yaşadıkları bölgeyi açık hapishaneye çeviriyorsa, bu noktada Müslüman olarak düşünmemiz gerekir.
İslam devletleri sorumluluklarının sadece cüz’î bir kısmını yerine getirebilselerdi acaba İsrail bu yaptıklarını yapmaya cesâret edebilir miydi? Peki, bu devletçik sizce etrafını ve hatta dünyayı önemsiyor mu? Önemsemiyor elbette. Önemsemiyorsa, o zaman söz konusu ülkelerin idarecileri başta olmak üzere Müslümanların ne kadar Müslüman olduklarının sorgulanması gerekir.
Bu sebeple, kendi sorumluluğumuzdan kaçmamız ve sadece duâ etmek suretiyle mes’ûliyeti yaratıcımıza havale etmemiz son derece yanlış olur. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v.) üzerine düşeni yerine getiriyor, bu arada Allah’a duâ da ediyordu. Allah da çalışmanın ve duânın bir araya gelmesinin ardından yardımıyla onu destekliyordu.
Nitekim Hendek savaşında bütün hazırlığı yapıp düşmanla savaşırken, diğer yandan da Allah’a el açıp yardım talep ediyordu. Elbette bu sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)’e özgü bir durum değildir. Hz. Muhammed’in Rabb’i olan Allah bizlerden bir gayret gördüğünde, peygamberine yardım ettiği gibi bizlere de edecektir. Zira o bütün zamanlardaki bütün Müslümanların Rabb’idir.
[1] 40/Mü’min, 60.
[2] Tirmizi, 3571.
[3] Müstedrek, 1997.
[4] Müsned, 6865.
[5] Abdurrezzak, 8839.
[6] Müsned, 17114.
Enbiya YILDIRIM
YazarÖğretmen bir sınıfa ilk kez derse girdiğinde, öğrenciler her açıdan onu süzmeye başlarlar. Alana ne kadar hâkim olduğuna, dersi güzel anlatıp anlatmadığına, Türkçesinin düzgün olup olmadığına, öğrenci...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Fethini müjdeleyen Muhammed Mustafā'dır"Bir taşına bütün bir Acem mülkü fedādır"Hangi şehir hakkında bunca şiir yazılmış?Efendisi, Türkçesi, gönüllere kazılmış?İçinden deniz geçen, dünyâdaki tek şehir...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
İnsan ne kadar büyük bir servete sahip olursa olsun, isteklerinin bittiğini söylemek mümkün değil. “Dünyada artık elde etmek istediğim bir nimet kalmadı, gönlümden geçen her şeyi yaptım.” diyenler bil...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Günümüz Müslümanları kendi Müslümanlıklarını koruma endişesi yanında bir de çocuklarının Müslümanlığını koruma endişesi taşımaktadırlar. Hatta çocuklarına yönelik endişeleri kendi Müslümanlıklarını ku...
Yazar: Enbiya YILDIRIM