AĞLADIĞIMIZ GÜNLER
Akasyaların altında¸ sessiz sakin bir çay bahçesiydi. Yıllar var ki gelmiyordum buraya. Şu anda da adımlarım içeri girip girmeme arasında kararsızdı.
Akasyaların altında¸ sessiz sakin bir çay bahçesiydi. Yıllar var ki gelmiyordum buraya. Şu anda da adımlarım içeri girip girmeme arasında kararsızdı. İçimden neler konuşabileceğimi kurdum yol boyunca. Oysa buraya gelmemem gerekti¸ bunu biliyorum. En iyisi içeri girmemek diye düşünüyorum¸ ama onu da yapamıyorum. İçimde sihirli bir kuvvet¸ beni oraya doğru itiyordu.
Dün ansızın durakta rastlamıştım ona. Önce gözlerimin beni aldattığını sanmış¸ o mu değil mi diye dikkatlice bakmıştım. Yıllar sonra ona rastlayacağımı hiç aklımdan bile geçirmezdim. Başımı çevirip gözlerime ihanet ederek görmemek istedimse de başaramadım. O bana doğru yaklaşmış¸ sessizce “Merhaba’ demişti. On yıl sonra ne yüzle benimle konuşabiliyordu hâlâ hayret ediyorum. Benden çıktığına emin olmadığım bir sesle “Merhaba” diye cevap verebildim. O anda otobüsün gelmesiyle konuşmamızın başlamadan biteceğini sezinlemiş olacak ki¸ “Yarın seninle Burak hakkında mutlaka görüşmem gerek. Öğleden sonra Akasyalar Çay Bahçesi’nde bekliyorum¸ mutlaka gel” diyebilmişti alelacele. Hiç bir şey soramamış¸ tek kelime dahi edememiştim. Oysa “Seni görmek istemiyorum!” diye bağırmak geliyordu içimden. Gelen otobüse binerken¸ ona rastlamamın şaşkınlığını hâlâ atamamıştım üzerimden.
Bugün adımlarımın beni neden Akasyalar Çay Bahçesi’ne getirdiğine de bir türlü anlam veremiyordum. Yoksa gözlerim¸ düşüncelerim ve bacaklarım artık bana itaat etmiyor mu? Oysa yıllar önce ne kadar da sık gelirdik buraya. Garsonlar tanımışlardı bizi. Mevsim yazsa dondurmamızı¸ sonbaharsa çayımızı hiç sormadan getirirlerdi. O zamanlar buradan nefret edeceğimi¸ hiç gelmek istemeyeceğimi nasıl bilebilirdim ki?... Şimdi düşüncelerimi etkileyen¸ beni yeniden eski günlere çeken kuvvet neydi? Yılların arkasına sığınmış bir kaç silik anı mı¸ yoksa soyut bir merak mı?.. Gece sabaha kadar düşünüp çıkaramadığım bir soruyu şimdi çay bahçesine girerken soruyordum kendi kendime. On yıl sonra tekrar onu görmek¸ onu duymak¸ onunla konuşmak zor geliyordu bana. Ne konuşabilirdi benimle?... Burak için ne söyleyebilirdi? Yoksa Burak adına bir hak mı arıyordu kendinde? Evlendikten sonra oğlumu bir yaşında terk eden o değil miydi? Hiç bozulmayacağını¸ bitmeyeceğini sandığım evliliğimiz onun batı hayranlığı¸ manasız özentileri ve gençliğini yaşamak istemesi yüzünden son bulmamış mıydı? Giyinmeyi eğlenmeyi seven bir tipti. Sorumsuzca harcamaları vardı. Ona mütemadiyen¸ bütçemizin buna uygun olmadığını¸ yaşayışının törelerimize uymadığını¸ bir zamanlar batı hayranlığı yüzünden koca Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını¸ Avrupa’nın mutluluk değil daima huzursuzluk getirdiğini¸ bu yersiz özentileriyle şimdi de Türk milletinin kutsal bir topluluğu olan ailenin yıkılabileceğini defalarca anlatmaya çalışmama rağmen¸ o hiç anlamamış¸ yada anlamak istememişti. Her konuşmamızda “ben böyle yetiştim¸ kopamam ki¸ sen bana uymaya çalışsan” diye anlamsız bir savunmaya geçerdi. Yersiz münakaşalarla daha fazla huzursuz bir aile ortamının çocuğumuz Burak’a da tesir edebileceğini söylememe rağmen hiç aldırış etmezdi. Bir keresinde bana ayrılmayı bile teklif etmişti. Bunu söylerken de sanki ayrılmayı değil de¸ tatile çıkmayı teklif eder gibi gülüyordu. Ona ortada bir çocuk olduğunu¸ yuva yıkmanın kolay olmayacağını¸ yeniden iyice düşünmesi gerektiğini söylediğim zaman da “Çocuğu bahane etme¸ onu sana bırakabilirim” demişti. Ama bütün bu buhranların geçici olabileceğini¸ ileride düzelebileceğini sanarak bu şaşırtıcı teklifini¸ bir kere daha düşünmesi gerektiğini söyleyerek reddetmiştim. Onu evlenmeden önce çok iyi tanıdığımı sanırdım. Aşkın gözü kördür derlerya¸ bu sözün doğruluğunu¸ onu hiç mi hiç tanıyamadığımı bir gün ansızın beni ve çocuğunu terk edip gidince anlamıştım.
Aradan tam on yıl geçmişti. Bu zaman sürecinde oğlumu kendi çabalarımla büyütmüştüm. Daha sonraları evlenmiştim¸ gelen kadın ona bir anne sıcaklığını vermekten çok uzaktı. Burak’ın annesini her soruşunda yüreğime bir hançer sokulur¸ içimde bir yerlere doğru ılık ılık kanardı. Oğlum şimdi ilköğretim okuluna gidiyor. Ama ben oğlumun her anne diye ağlayışında¸ köşelere çekilip sessiz sessiz ağladığımı hiç unutmamıştım¸ unutamazdım da...
Bütün bunlara rağmen şimdi neden buradayım ve neden gözlerim akasya ağacının dibindeki masayı arıyor¸ bilemiyorum. Ne kadar da değişmiş burası. Ortaya küçük bir havuz yapmışlar. Her taraf çiçeklerle süslenmiş¸ masalar daha modernleşmiş. Yıllar önce oturduğumuz ağacın altındaki masada şimdi genç bir çift oturuyordu. Ortalarda bir masa seçip oturdum.
Bırakıp gitsem “seni bekledim gelmedin” desem¸ ne olurdu?
Ben gidip gitmemek arasında kararsızken¸ kapıda gözüktü. Görünmesiyle birlikte içimde bir yerin bir kez daha kırıldığını hissettim. Üzerinde çok şık bir elbise vardı. Permalı saçları kısa kısa kesilmişti. Benimle olduğu günler saçını hep uzatırdı. Ne de çok yakışırdı uzun saç ona. Şimdiyse saçlarının kısalığından çıkık elmacık kemikli yüzü ortaya çıkmış ve iri kulakları güzelliğini bozmuştu. Bir zamanlar ben bu kadını mı sevmiştim.
Gülerek masama oturdu. Yılların değiştiremediği tek şey gülüşleriydi herhalde.
- Merhaba¸ dedi. Geleceğini biliyordum.
Demek bakışlarım beni hâlâ ele veriyordu. Demek gözlerimdeki merak dolu manayı okuyabilmişti.
- Merhaba¸ diye karşılık verdim soğukça.
Bir müddet sustuk. Gözlerimi ondan kaçırıyor¸ boşlukta amaçsız dolaştırıyordum. Garson gelip¸ gülümseyerek “Hoş geldiniz” deyince:
- Yine çay mı içersin? diye sordum.
Hayır anlamında başını salladı. Sonra garsona dönüp:
- Eskiden yoktu ama¸ şimdi kapiçino bulunur mu?
Garson “hay hay” diyerek çekildikten sonra¸ daha “nasılsın?” gibi hâl hatır bile sormadan hemen konuya girdi.
- Niçin konuşmak istediğimi tahmin ediyorsundur herhalde. Aslında kaç gündür seni arıyorum. Dünkü karşılaşmamız tesadüf değildi. Burak nerede? Oğlumu görmek istiyorum.
Biliyordum¸ böyle bir teklifle karşılaşacağımı. En azından tahmin ediyordum. Ama birdenbire¸ tepeden inme bu konuya girebileceğini kestirememiştim. Demek yıllar sonra gelip oğlum üzerinde hak iddia edebilecek kadar cüretkâr hissediyordu kendini.
- Lütfen beni anla¸ ben anayım¸ diye devam etti sözlerine.
Birden öfke kapladı içimi. Bu kez gözlerimi ondan kaçırmadan¸ gözlerinin içine diktim.
- On yıldır ana oluşunu yeni mi hatırlıyorsun? diye sertçe sordum.
Bu ani sinirlenmeme gülerek karşı koydu. Zengin bir iş adamıyla evlenmiş¸ Avrupa’dalarmış şimdiye kadar onun için arayıp soramamış oğlunu. Çocukları olmuyormuş¸ evlat yüzüne hasretmiş¸ bu bakımdan anlayış göstermeliymişim. Sanki yıllarca önce bırakıp giderken anne değilmiş gibi¸ bugün annelik taslaması çok zoruma gidiyordu.
- Seni öldü biliyor¸ dedim.
- Bunun yalan olduğunu beni görünce anlar. Araştırma yaptım¸ hâlâ memur olarak çalışıyormuşsun. Oğluma ne verebilirsin. Bende her türlü imkan var. Onu kolejlerde okutacağım¸ Avrupa kültürü vereceğim anlıyor musun¸ onu senden alacağım..
İkide bir¸ canım¸ ciğerim¸ hayatta tek sevdiğim varlık olan Burak’a oğlum demesi sinirime dokunuyordu. Şimdi de onu senden alacağım şeklinde tehditkâr konuşması bardağı taşıran son damla olmuştu.
- Hayır! diye bağırdığımı¸ yan masalardan bize baktıklarını görünce fark ettim. Hayır buna müsaade etmeyeceğim. Düşüncesiyle Türk¸ duygularıyla Türk¸ yaşayışıyla Türk gibi yetişecek oğlum¸ dedim.
Sakin olmaya çalışıyordum ama ellerimin titremesine de mani olamıyordum. Fark edilmemesi için de masada parmaklarımla uyumsuz trampet çalmaya başladım.
- Ona¸ neden bırakıp gittiğini nasıl izah edeceksin merak ediyorum¸ diye kayıtsızca sordum. Gözlerini¸ gözlerimden kaçırarak bir an sustu. Sonra vakit kazanmak için mi¸ yoksa konu değiştirmek için mi kestiremedim¸ bahçedeki çiçekleri seyretti uzun uzun.
- Ne kadar da değişmiş burası¸ dedi. Eskiden bu kadar şık değildi. Biz eski dostuz. Eski dost düşman olmaz değil mi?
İç geçirdi. Derin bir nefes alıp yavaş yavaş bıraktı.
- Evet hatamı anlıyorum diyerek tane tane konuşmasını sürdürdü. Ama lütfen eskinin kötü anılarını değil¸ iyi olanlarını hatırlayalım. Biliyor musun buraya hep ilk defa sen gelirdin. Elinde ikimiz için alınmış¸ ya bir sinema¸ ya da bir tiyatro bileti mutlaka olurdu.
- Evet¸ sen de¸ sevgin de gittiğimiz filmler gibi sahteymiş. İnsan geçmişiyle vardır. Geçmişte de acı ve tatlı hatıralar olabilir. Ama bunların hepsi bir bütündür. Artısına eksisine bakılır. Senin verdiğin acılarsa tatlı diye bir şey bırakmadı bende. Oğlumla birlikte ağladığımız günleri unutmamsa mümkün değildir. Oğlumu vermeyeceğim sana. Onunla beraber ağladık¸ beraber güleceğiz.
Gülmeye çalıştı. Yapmacık bir gülüştü bu. Sakin olmaya¸ iyi davranmaya gayret gösteriyordu.
- Peki hiç mi sevmedin beni? O günlerin hatırı yok mu?
- Sevgi mi? Bunu sen mi söylüyorsun. Giderken sevgiye dair ne varsa hepsini kırıp¸ döküp birlikte götürdüğünü unuttun galiba. Hayır¸ senden bana acıların tortusundan başka bir şey kalmadı. Ne yaparsan yap oğlumu vermeyeceğim sana.
Birden hırçınlaştı¸ kaşları havaya kalktı¸ gözleri irileşti.
- Hak kuvvetli olanındır. Kuvvetli kimse o kazansın.
Demek yıllar önce¸ hak kuvvetlinin değil¸ hak haklı olanındır¸ diye boşa anlatmış durmuşum ona.
Gülümsedim ama bu gülmekten ziyade alaycı bir tebessümdü.
- Elinden geleni ardına koyma¸ hak haklınındır.
- Bakıyorum saplantılarından hiç vazgeçmemişsin.
- Evet¸ inandığım şeylerden taviz vermedim. Gayet iyi bilirsin ki ¸ insan inandığı¸ savunduğu fikirlerle yaşar. Sen de kendi amaçların doğrultusunda yaşamadın mı şimdiye kadar? Avrupa’ya ulaşmak¸ onun gibi yaşamak amacın değil miydi? Neticede ulaştın da. Peki Avrupa mutluluk getirdi mi?
Bir süre havuzun fıskiyesini takip etti gözleriyle. Suyun şırıltısı onu birazcık sakinleştirmiş gibiydi. Bir ara derin derin bana baktı. Sevgi dolu bir bakıştan ne kadar da uzaktı bu gözler. Ancak bana bir şeyler fısıldar gibi oldu bakışları. Mutlu değildi bu kadın. Aksine çok huzursuz bir hali vardı. Evet ne kadar mutluluk oyunu oynasa da¸ gözleri duygularını ele veriyordu. Bir zamanlar “Gözler yalan söylemez” derdi.
-Bırakalım şimdi Avrupa’yı¸ elbette istediğim oydu kavuştum. Neden birbirimize karşı kırıcı konuşuyoruz sanki. Lütfen bir orta yol bulmaya çalışalım. Biliyorsun mahkemeye versem alırım ama oğlumu incitmek istemiyorum.
Daha fazla oturup onunla konuştukça¸ bu görüşmenin aleyhime neticeleneceğini biliyordum. Hırsla ayağa kalktım:
- Benim için konuşma bitmiştir. Buraya seni görmek için gelmedim.
- Gidiyor musun? Daha çayın gelmedi.
- Eski günler için çayı sen iç. Sonra da yeni hayatının şerefine kapiçinonu yudumla. Yalnız o eski günlerden bana öğrettiğin tek şey¸ gerçekten gözler yalan söylemezmiş.
Bunu söylerken¸ renklerini dahi unuttuğum fersiz¸ boyalı¸ huzursuz gözlerinin ta içine bakıyor¸ ona olan nefretimi anlatmak istiyordum.
Ümit Fehmi SORGUNLU
YazarKanûnî’nin küçük oğlu Selim, 28 Mayıs 1524’te İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi Hürrem Sultan, saray içinde sözü geçen, etkili bir kadındı. Saray kadınlarına ve hizmetkârlara, Şehzade Selim’in terbiye...
Yazar: İsmail ÇOLAK
zun ve yorucu bir günün ardından gelen¸ esintili bir yaz akşamıydı. Uzun ve yorucu bir günün ardından gelen¸ esintili bir yaz akşamıydı. Açık duran pencereden içeri süzülen lodos rüzgârı¸ kadının karş...
Yazar: Ümit Fehmi SORGUNLU
Sözlükte “arınmak, saflaşmak, kurtulmak” manasındaki ihlâs kelimesi, terim olarak “ibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak” demektir. İslâmî literatürde ...
Yazar: Mustafa KARABACAK
Şehir meydanı oldukça kalabalıktı. Cuma saatinin yaklaşmasına az bir zaman kalmıştı.Şehir meydanı oldukça kalabalıktı. Cuma saatinin yaklaşmasına az bir zaman kalmıştı. Şerbetçi¸ macuncu¸ tatlıcı ve ç...
Yazar: Ümit Fehmi SORGUNLU